DOLUNAYA AĞLAYAN ADAM

DOLUNAYA AĞLAYAN ADAM

Süleyman Amca’nın lokantasının avlu duvarında iki çocuk: Leyla ve ben… Dün mezbaha kesim günüydü, mahşer gibiydi bu meydan: gürültü, karmaşa, heyecan, korku, telaş, hırs… Bugün kesim olmadığı için ses seda uykuda, bugün mahşer arefesi: Sabahtan beri bu iki çocuktan başka ne in var ne cin ortalıkta, gün boyu neredeyse bomboş sokaklar, sağda solda görünüp kaybolan birkaç kedi köpek, miskin miskin oturan birkaç çocuk, belki bir iki kadın…

Oyun oynuyoruz: Sağdan gelen arabalar benim, soldan gelenler senin…

Ne kadar zamandır bekliyoruz, ne buradan gelen var ne oradan…

Nihayet sağda bir kamyon görünüyor. Bu, yabancısı olmadığımız bir kamyon… Kasası hayvan kemiği dolu… Kemikleri sabun fabrikasına taşıdığı söylenen, kasası dört bir yanından patlayacakmış gibi gerilmiş, homurdana homurdana, ağır ağır ilerleyen bir garip hayvana benzeyen kamyon Arnavut kaldırımlı caddede sarsıla sarsıla yaklaşıyor…

Bu kamyon benim rüyama girdiğinde kaç yaşındaydım, bilmiyorum: Arkasına takılmaya çalışırken elim kaymış ve tekerleğinin altına düşmüştüm, gerisini hatırlamıyorum. Benim başımın ön kısmı sivri, arka tarafı üçgen gibi yanlara doğru genişliyor ya bu hep kafama takılıp dururdu, ablama sormuştum, o arabanın tekerleği altında ezildiği için mi benim başım böyle diye…

Kemik yüklü araç önümüzden geçerken yaşlı şoför bize donuk gözlerle baktı ve miskin miskin yoluna devam etti…

Yeniden, zamana sükûnet hâkim oldu.

Leyla ayaklarını sallayıp duruyor, ben bir-sıfır öndeyim ya mutluyum, yere bakan yüzüne bakıyorum Leyla’nın gülerek, belki de sırıtarak… Biraz sonra bir at arabası çıkıp geliyor sol taraftan, Leyla’nın gözleri parlıyor…
“Hayır, sayılmaz!” diyorum, o itiraz ediyor. “Bu da bir araba!”
“Hani, motoru nerede?”
“Adı ne, bunun?”
“At arabası…”
“Hani araba değildi?”

Cevap veremeyince “Ya, gördün mü?” diye gülüyor anlamlı anlamlı… “Aslında sayılmaz ama öyle olsun, beraberlik olsun…” diyorum bir lütuf sunmuş gibi altta kalmamaya çalışarak…

Adam yanımızdan geçerken bir yandan bize bakıyor, bir yandan da bağırmaya devam ediyordu. “Çengelköy hıyarı bunlar, Çengelköy!..”

Bazen de Alibeyköy mısırı taşırdı bu at arabaları… Aslında bizim bildiğimiz diğer at arabalarına hiç benzemiyorlardı. Dört tekerleğin üstünde uzun uzun sırıkları birbirine, birkaç metre daha ileriye uzattıkları daha kalınca iki sırığa da atları bağlamışlardı. Upuzun arka kısımlarındaki sırıklar arasına serdikleri nesneler üzerine yaydıkları otlardan yataklar yapmışlar ve üstlerine de salatalıkları doldurmuşlardı. Adam bağıra bağıra önümüzden geçerken bazı çocukların yaptığı gibi arkasından uzanan sırıklara takılmayı beceremediğimiz için ben de büyüklerimizden duyduğum gibi bağırdım arkasından “Yürü, at arabası!…”

Adam dizginlere asılır gibi yapınca ben hemen duvardan atlayıp kaçmaya yeltendim ama durmayıp yola devam edince kaçmaktan vazgeçtim ama Leyla’nın gülerek bana baktığını fark edince  “Tabi yakalayamayacağını bildiği için durmadı!” diye gururla göğsümü kabarttım.

“Hadi otur da diğer arabaları bekleyelim.” davetiyle yerime geçtim…

Korna sesiyle sağ tarafımıza baktık. Bu Mordi’nin korna sesiydi… Göğsüne bir direksiyon saplı olduğu için mi yoksa gururdan mı bilmiyorduk ama daima göğsü kabarık vaziyette, elleri direksiyonda, korna çala çala yolun kenarından yol alırdı Mordi… Mahalleliden; geçirdiği bir trafik kazasında direksiyonun zavallının göğsüne saplandığını, oradan çıkaramadıkları için öylece kaldığını ve aklını kaybeden zavallının kendini araba zannettiğini dinlemiştik.

Yaklaşınca “İkiye bir dedim!” sevinçle, “Nasıl yani!” diye devam etti Leyla şaşkınlıkla…
“İşte bu da bir araba… Seninkisi at arabasıydı, bu da insan arabası!..”
“Olur mu ya bu bizim bildiğimiz Modri Amca!”
“Mordi Amca!.. Mordi Amca!..” diye bağırınca duraklar gibi oldu, bize bakmasını beklemeden sordum hemen:
“Mordi Amca sen araba değil misin?”
Mordi amca rahat duyabileceğimiz şekilde motor sesi taklidi yaptıktan sonra korna çalarak yürüdü gitti.
“Gördün mü ya?” dedim Leyla’ya…
“Sen hep böyle yapıyorsun!” diye kızdı Leyla; ama verecek yanıt bulamadı. “Tamam o zaman beklemeye devam edelim!” dedi… Yine oturduğumuz duvarda ayaklarını seyrederek sallamaya başlamıştı, ben yine sırıtıyordum…

Uzun süre ne sağdan ne soldan herhangi bir varlık girmedi manzaramıza… Ben de galibiyetimin sevincini yitirmiş, sıkılmaya başlamıştım… Hava kararmak üzereydi…

Sol taraftan elinde mıknatıs bağlı ip bulunan Eletrikçi Memet’nin geldiğini gördüm… Arnavut kaldırımlı caddede mıknatısını bir köpek dolaştırır gibi arkasından hep sürükleyip dururdu, caddenin çukurlarında birikmiş suların içlerine daldıra daldıra yürürdü.… O mıknatısla yerlerden bir şeyler topladığını bilirdik ama bozuk para mı başka bir şey mi arardı bilemezdik ve merakla, adamı gözden uzaklaşıncaya kadar oltasına bir şeylerin takılıp takılmadığını görebilmek için seyrederdik, yine öylece adam gelinceye kadar hiç konuşmadan ikimiz de seyre dalmıştık… Adam bu sefer ses vermeden geçmedi,

“N’aber çocuklar, n’apıyorsunun böyle burada!” deyince ikimiz birden “Hiiç!..” diye yanıtlayıp kalmıştık, adam da sanki bizimle hiç konuşmamış gibi, yine mıknatısla avlana avlana yoluna devam etti, biz de arkasından gözden kayboluncaya kadar onu izledik…

O, gözden kaybolunca yanımıza kadar yaklaşmış başka garip bir adamı fark ettik…

Adam bir yandan yolun ortasından bir sağa bir sola doğru yürümeye çalışıyor bir yandan da daima gözü göğe doğru olduğu hâlde ağlıyordu:
“Dolunay batıyor!.. Dolunay batıyor!…”
Hava tamamen kararmadığı hâlde gökyüzünde bir gümüş delik gibi dolunayın belirdiğini ancak o zaman fark edebildim… Dolunay çok güzel görünüyordu ama adam dolunay batıyor diye ağlıyordu. Leyla gülmeye başladı, ben bir garip olmuştum… Evet ben de güldüm Leyla gülünce ama içimdeki tuhaflık da iyice çöküp kalmıştı…

Adam önümüzden geçmiş, uzaklaşmış, artık sesi duyulmaz olmuştu ama bir türlü içimden geçip gitmiyordu…

Adam gözden kayboldu, hava karardı, Leyla evine gitti ama ben hâlâ orada öylece bekliyorum ve hâlâ içimdeki o adam bir yerlere gidip duruyor ama içimden geçip gidemiyor, ben de gidemiyorum…

Abim geldi, “Hadisene oğlum, ne diye hâlâ sokaktasın, yemek vakti geldi, evde herkes seni bekliyor!” deyinceye kadar yerimden hiç kımıldamadım.

Bir gün sonra komşumuzun televizyonunda karşılaştım dolunaya ağlayan adamla… Bizim önümüzden geçtikten sonra bir muhabire yakalanmıştı. Muhabire, adının Mustafa Kemal olduğunu söylüyordu, muhabir de “Mustafa Kemal niçin ağlıyor?” spot cümlesiyle haberi sunuyordu. Bir delinin garip hâli diye yapılan bu haberi herkes bir delinin garip hâli diye izliyordu.

Aradan yıllar geçti, herkes dolunaya bakıp bakıp ağlayan bu garip adamı unuttu ama ben unutamadım. Bazen ruhumun uzak bir köşesinden aniden çıkıp geliyor, dolunaya bakıp bakıp ağlıyor…

Bu deli, kimsenin göremediğini görüyor olmalı ki kimsenin hissedemediğini hissediyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Dolunayla dünya arasında oluşan çekim gücüne yakalanan ruhu gerildikçe dolunayın kendi ruhunda boğulan bir canlı gibi can çekiştiğini hissediyor olmalı… O bunu hissedemiyorsa da ben bu duygudan kurtaramıyorum kendimi. Sanki, içinde yaşadığımız dünyanın etrafında dolanıp dururken geceleri simsiyah elbiselerinden soyunarak güneşin gümüş aynasında kendi güzelliğini sergilerken seyrettiğimiz dolunayın aslında içimizdeki denize düşüp boğulmuş cesedinin gök aynasına yansıdığını görüyor ve buna ağlıyor gibiydik o ve ben.

Uzun yıllar bu hisle yaşadım ve bunu şairlerle delilerin aslında birbirlerine benzediğine yordum ama yanılmışım. Bu deli hepimizden akıllıydı ve hepimizden uzak görüşlü. O aslında sadece bir hayale, bir duyguya, bir sanrıya kaptırmış değildi kendini; bizim göremediğimiz korkunç gerçeği görüyordu.

Ben de bunu ancak bütün ölüleri kendi ölümüm kadar içimde yaşatacak olgunluğa ulaştığım âhir ömrümde fark edebildim ne yazık ki! O, uzak ülkelerin sahillerinde gel-git nedeniyle çekilen sulara yetişemeyen canlara, bütün sevdiklerini alıp götüren son dalgalara tutunamayan ölülere ağlıyordu…

Yıllardır sarp dağların arasında ömür boyu hapse mahkûm edilmiş bir tutuklu olduğum için hangi sahilde hangi canların yasının tutulduğunu göremiyorum ama dağların ardından yükselen her dolunayın birçok ölünün hatırasını ve yasını taşıdığını biliyorum, bildiğim için dolunay batıyor diye için için ağlıyorum.

Size garip gelecek ama benimle birlikte dolunayın da ağladığını ruhumun en sıcak yerine damlayan gözyaşlarından anlıyorum.

İşte bu yüzden size göre durup dururken, hiç neden yokken, birdenbire titriyorum, gözlerim buğulanıyor… Yüzüme şaşkın şaşkın bakanlar, cesaret edip ne olduğunu sorsalardı, benim kesinlikle delirdiğime yoracakları sorularımı ardı ardına soracaktım:
“Dolunayın taşıdığı ölüler, kumsala uzandığınızda yumuşacık tenlerinize değmiyor mu?”
“Kumdan kaleler yapan çocuklarınızın ölülerin mezarlarını kazdıklarını nasıl fark etmiyorsunuz?”
“…

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.