EŞEKLİĞİMİZİN ANITI İÇİMDE

EŞEKLİĞİMİZİN ANITI İÇİMDE

Okul saatleri; ama okulda kimse yok… Öğrencilerden hiçbiri, bugün gelmedi… Müdür, evinde… Ev ile okul, aynı çatı altında, benim kaldığım ev de. Kat kat değil, hepsi tek kat… Banyo, tuvalet,  iki oda… Banyo, tuvalet deyince aklınıza su gelmesin. Su köyün dışında… Taşıdıklarımızı bu mevsimde sobalı odada bekletiyoruz. Banyoya tuvalete koyduğumuz, donuyor…

Hava çok soğuk, ben kapı önündeyim… Oturmuş, karşı tepeye bakıyorum. Her yer bembeyaz; beyaz çöl gibi. Bir eşek tırmanıyor, karlı tepeye… Ardında çocuklar… Ellerinde çubuklar, eşeği kovalıyorlar… Hava kararmak üzere… Eşek gözden kayboluyor, çocuklar da eşeğin ardından. Gözlerimde uzanıyor bütün mesafeler… Ne tarafa baksam ufukta kaybolan yollar, ovalar, aşıldıkça önüne dikilen dağlar… Geceleri bulutlar arasından bir görünüp bir kaybolan dolunay ya da ayın diğer halleri, yukarıdan yukarıdan göz kırpıp duran yıldızlar… Her yer kapkaranlık olduktan sonra da sanki gözlerimi karşıma alıyor, içlerine içlerine dalıp gidiyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Hep aynı tabiat, hep aynı mesafeler ve her seferinde aynı yerden yeniden başlayan yolculuklar…

Metruk bir bina gibi okul, arkamda… Kapıda, niye kimsesiz, yalnız bekliyorum? Vakit geçmeli, içeri girmeli, yemeğimi yemeli, düşünüp durmaktan alabilirsem kendimi belki biraz kitap okumalı ve uykum gelince değil, becerebilirsem uyumalıyım. Çoğunlukla uyumaya çalışırken uyuyakalıyorum. Sonra sabah olacak, birkaç lokma kahvaltılık atıştıracak ve okula geçeceğim; oysa sabah serinliğinde, bahçede ya da şırıl şırıl akan dere kenarında, tek başına da olsa ne güzel kahvaltı edilirdi, edilebilseydi… Hayır bu mevsimde değil, baharda da hep aynı… Kalk, haftalık getirdiğin yiyeceklerden ne kalmışsa birkaç lokma atıştır ve kapıdan çık, yan kapıdan gir içeri… Bir odadan diğerine geçer gibi… Birkaç öğrenci gelmişse ders yapacağız, yapabileceğimiz kadar… Üç sınıfta toplam on dört öğrenci var. Köy ortaokulu gerçeği… Önceki okulumuzun en azından otuz beş öğrencisi vardı, iki ya da üç öğretmeni. Müdür matematikçiydi, fen derslerine de giriyordu, ben Türkçe yanında İngilizce, sosyal bilgiler, din kültürü ve ahlak bilgisi… derslerinden birkaçına daha giriyordum, varsa üçüncü bir öğretmen o da branşına göre birkaç farklı derse giriyordu. Köy ortaokulları buralarda hep böyleydi…

İçeri giriyorum, masanın üstünde bir iki kitap, yıkanması gereken bir iki bardak… Mutfakta, dünden kalmış türlü, çok az… En iyisi yine yeşillik ne varsa doğrayıp salata yapmalı, üstüne kırmızı biber, kimyon döküp bol yağ, bol limon sıkıp yemeli ve çay demleyip içmeli içebildiğim kadar… Önce perdeyi çekiyorum, görseniz gülersiniz; çünkü pencere elli altmış derece açıyla yükselen bayıra bakıyor, oradaki karıncalar, böcekler mi dikizleyecek içeriyi?.. Hayır; ama biri inse yukarıdan aşağıya ve adımını atsa camdan içeri, dikilecek tam karşıma… Öyleyse açık olmalı ve kimsenin en azından gelmediğini görmeliyim. Aklım öyle diyor; ama kalbim kendi bildiğinden şaşmıyor… En iyisi görmemek: Kediyi görünce gözlerini kapatan fare gibi saçma da olsa davranışım yine de aynı şekilde davranmaya devam ediyorum… Kimse gelmez; öyleyse gözüm ve kalbim gelmeyecek kimselerle ilgilenmemeli…

Hazırladığım salatayı bir iki parça ekmekle yiyorum, yine tepside kalmasın diye hepsini bitirince midem taş gibi oldu. Kalkıp namazımı kılıyorum. Yatağıma oturup kitabımı açıyorum ardından. Kitabı okumak için açtım ama öylece açık, elimde duruyor. Ben yine dalıp gitmişim bir yerlere. Kitap okumuyor, kitap yazıyor gibi. Keşke yazsaydım, her şey uçup gidiyor işte. Kendimi zorluyorum, elimdeki kitabı okumak için; ama olmuyor. Kapatıyorum. Yanımdasın… Değilsin, sadece hayalinle avunuyorum, sen bana anlatıp duruyorsun bazen, bazen ben sana anlatıyorum. Bazen ikimiz de susup bakıyoruz, bakıp duruyoruz birbirimize. Bazen Kadir konuşuyor… Hani konuşamayan, hiç konuşamamış olan, acaba öyle mi, kardeşim Kadir konuşuyor. Birden konuşmaya başlıyor ve anlatıyor, anlatıyor durmadan. Sanki bir ömür biriktirdiklerini tekrar dilini kaybetme korkusuyla, kaybetmeden aktarmak, anlatmak ister gibi durmadan konuşuyor, konuşuyorum, onun yerine ben konuşuyorum, bıkmadan usanmadan, kendi kendime… Susuyorum, sessizliği dinliyorum: Ne rüzgâr, ne yaprak sesi…  Ağaç olmadığı için civarda rüzgâr çıktığı zaman yüzlerce yılan, tepeleri  vadileri aşarak geliyor gibi bir sesle çıkıp geliyor buralara; oysa memleketimin rüzgârları içinde kuş cıvıltılarını taşıyarak gelir, dallara yapraklara salıncak kurmuş periler gibi gönlümüze ferahlık veren bir esinti olur, kâh sabah mahmurluğunda kâh gece yalnızlığımızda bir dokunup kaybolur, mutluluğumuza mutluluk katardı. Şimdi burada ben hayallerime sığınmış, yatağımın duvar köşesine sinmiş tünekliyorum.

Uzaklardan köpek sesleri gelmeye başladı. Sesler köyün etrafında daire çizerek gittikçe yaklaşmakta… Başımı yastığa koyuyor, üstüme yorganı çekiyor ve elimde öylece tuttuğum kitabı da yanıma bırakıyorum. Köpek sesleri iyice yaklaşıyor… Köye gelen birileri olmalı, gecenin bu vaktinde, merkezden yetmiş kilometre uzakta… Köy denen bu yaylada, gecenin bu saatinde, gelen yabancıları karşılayan köpeklerin sesleri gittikçe yaklaşıyorsa onlar da yaklaşıyorlardır. Gözlerim pencerede, kapıda değil; çünkü kapıdan girmeleri daha zor; oysa pencere önüne gelseler, camı kırıp adım atmaları yeterli… Şimdiye kadar hiç gelmediler yanıma. “Hoca, gündüz jandarma geliyorsa, gece onlar geliyor, bazı evlere giriyor, sabah olmadan da gidiyorlar.” Evler köyde, bizim okul biraz köyün dışında… Bizde silah tutkudur; ama ben hep silahtan uzak durdum. Köylü bunu biliyor, köylü biliyorsa onlar da biliyor… Köpek sesleri iyice arttı, daha azgın havlayan köpeklerin yaklaşmakta oldukları belli oluyor, sanki atlılar ya da atlı biri var. Okulun önünden hızla geçen nal seslerini duyuyorum… Köpek sesleri onunla birlikte uzaklaşıyor. Yataktan kalkıp ışığı yakmadan masama oturuyorum. Yan tarafımda müdürün evi var; ama sanki kimse yokmuş gibi, ses seda uykuda. Sanırım onlar çok erken uyuyorlar. Sessizliği yudumluyor, karanlığı dinliyor gibi masamın başındayım. Uykum Fizan’a kaçmış olmalı…

İşte bunu unutmuştum. Saat yine aynı saat olmalı; ama kaç, bilmiyorum. Her gün aynı olduğunu tahmin ettiğim vakitte o tuhaf sesi duymaya başlıyorum… Ğuu… Ğuuu… Bir baykuş olmalı. Yakındaki elektik direğine tünüyor ve ötmeye başlıyor, eşit aralıklarla, içime dalıyor, ruhumdan bir parça koparıp çıkıyor, daha bir ünlem vakti bile geçmeden, tekrar dalıyor, yırtarak çıkıyor… Bu şekilde ruhum öyle yorgun, bitkin düşüyor olmalı ki bir daha kendine gelemeden uykunun kucağına düşüp kalıyorum. Bir gün, iki gün değil, her gün… İşkence saati geldi çattı yine… Ğuuu… Ğuuu… Ğu… Ğuuu… Ah keşke yanımda olsaydın, hiç konuşmasaydın, konuşmasaydık; ama yanımda olsaydın, uyanık ya da uyuyor olsaydın; ama burada benimle olsaydın, ister miydim, ümidini kesmiş bir hastaya müjdelenen bir ilaç, bir iksir gibi olurdu ama hayır, istemezdim, benim güneşim varsın Doğu’dan hiç doğmasın, ki üstüne kirli kan sıçramasın, Batı’dan batıp gidecek, bir daha hiç dönmeyecek olsan da sevgilim, sen orada kal!.. Ben dönsem de dönemesem de…

Tekrar yatağa giriyor, duvara iyice yanaşıp yüzümü buz gibi duvara burnumdan çıkan nefesimi hissedecek kadar yanaştırıyorum… Karanlık duvarların dibinde uykuya tutunmaya çalışıyorum yorgana da iyice gömülerek… Ses daha derinden, sanki yorganın da içinden bir yerlerden geliyor gibi… Ğuu… Tekrar ruhumun derinliklerine inmiş gibi, ta derinden dikenli telleri güçlü gagasıyla çekip çıkarıyormuş gibi içimin kanaya kanaya yırtıldığını hissediyorum. Duvar buz gibi, tenim alevler içinde… Soba yanmıyor, odanın içi de buz gibi olmalı… Gecenin ağırlığı gittikçe üstüme çöküyor… Ne oluyor bana, en sevdiğim vakitlerdi geceler… Burada geceler kâbus gibi çöküyor üzerime… Uyku!.. Uyku!.. Ne olur, uyumak istiyorum! Uyku!.. Uğuu.. Uğğuu…

Yine zor kalkıyorum yataktan, hem soğuk hem bütün kemiklerim ağrıyor… Sanki sabaha kadar yük taşımış gibiyim. Aniden fırlatıyorum kendimi yataktan… Kovadaki kömürü boşaltıyorum sobaya, üstüne tezekleri önce ince ince ayırdıklarımı, yanlarına da daha kalınlarını istifliyor, en üste de birkaç tahta parçası yerleştiriyor, hepsini bir miktar gazla ıslatıyor ve üstünden tutuşturuyorum… Birkaç dakika sonra sobamız gürül gürül yanıyor olacak, iliklerime kadar ısınacağım… Sonra da ılık suyla abdest alır, namazımı kılarım… Akşamki kâbustan sonra yeni bir güne merhaba…

Bugün kar tipi yok gibi ama hava hâlâ çok soğuk… Saçaklardan sarkan buz sarkıtlar, haftalardır tepemize tepemize dikilmiş fırlatılmaya hazır oklar, kılıçlar, kamalar, kargılar gibi… Gözü kazara onlara kayanın ayakları hızlanıyor, hemen altından kaçıp kurtulmak istiyor… Henüz ortalıkta kimseler yok, yine kimse gelmeyecek gibi… Köye doğru yürüyorum, postaneye uğrayıp bir telefon etmem gerekiyor… Birkaç haftadır kimseyle görüşememiştim, dün aradım, yine ulaşamadım. Postaneye girerken sağ taraftaki köyün ortak çeşmesinin başında dünkü eşeğin beklediğini gördüm, susamış olmalı, çeşme akarsu olduğundan hep akıp dururdu ve döküldüğü yerdeki gölette muhakkak su bulunurdu, büyük küçük hayvanlar fırsat buldukça oradan su içerlerdi. Eşeğimiz de susamış, su içmeye çeşme başına gelmişti. Postaneye girdim, memura telefon numarasını verdim, beklemeye başladım, yine cevap yok, bekleyeyim dedim, biraz daha bekleyeyim, duymuyorlardır, erkenden uyanıp dışarı çıkıyorlar, balkona avluya, yine benden erken kalktılar, dışarı çıktılar ama bahçeye gitmezler, muhakkak oralardalar, mutfağa girdiklerinde duyarlar, Kadir karıştırıyor, bozuyor, söküyor, merak ettiği için sesin geldiği ahizenin içini görmek için birbirine bitiştirilmiş neyi varsa birbirinden ayırıyor diye telefonu odaya kilitledikleri için duyamıyorlar, bekleyeyim yine ararım diye düşünerek birkaç kere daha aradım, yok duymadılar, her seferinde dışarı çıktığımda ileride su başında bizim eşeğin yine aynı şekilde durduğunu gördüm… Çok susamış olmalı ama tuhaf değil mi yarım saattir ben burada donmamak için dolanıp duruyorum ama o hiç kımıldamıyor… Hayvanlar insanlar gibi değil ya, onların soğuktan korundukları tüylü, kalın derileri var…

Yine kimseyle konuşamadan okula dönmek zorundayım, akşama bir daha şansımı denerim… Yürüyorum okula doğru… Ayaklarım beni çeşmeye doğru çekiyor… Yaklaşıyorum… Eşek kımıldamıyor… Daha da yaklaşıyorum… Eşek yine kımıldamıyor… Gözleri cam gibi… Bir çizgi gibi gözyaşları süzülmüş aşağıya doğru… O anda korkunç gerçeği fark ediyorum: Gözyaşları buzdan sarkıt olmuş gözlerinin altında, donup kalmış… Bir anıt gibi duruyor… Atların eşeklerin ayakta uyuduklarını duymuştum ama ayakta öldüklerini bilmiyordum. Hemen kaçmak istedim oradan… Sanki birdenbire canlanacak, insanlığımı haykıracaktı yüzüme. Sırtımı döndüm, duramadım, kaçamadım, yürüdüm hiçbir şey yokmuş, olmamış gibi… Ben yürüdükçe o da yürüdü arkamdan, geldi, yerleşti yüreğimin ta merkezine. Ondan uzaklaşmak için yürüdükçe ona yaklaşıyordum. Şimdi tam karşısındayım, şimdi gözlerimin içine bakıyor donuk gözleriyle. Gözlerinde gözyaşları, buzdan sarkıtlar… Benim de gözyaşlarım gözümün içindeki denizde donmuş gibi… Buzların altında balinalar dev dalgalar oluşturuyor ama bir türlü üstünü saran buz tabakası kırılmıyordu; oysa incecikti, her an kırılacak gibiydi ve ben bir anda içine gömülecekmişim gibi kalakalmıştım olduğum yerde… Kaçmak istiyordum ama kımıldayamıyordum. Hava karardı, kapkaranlık bulutlar kapladı gökyüzünü… Gök gürlemeye, yıldırımdan kamçısı şaklamaya başladı ve öyle bir yağmur boşaldı, boşaldı ki…

Yağmur bittiğinde çeşme başında donmuş eşek yoktu, yerinde…

Eve geldim, yüzümü yıkadım, odaya geçerken penceredeki aksim gözüme çarptı. Çok kötü görünüyordum. Yaklaştım, iyice dikkat edince çeşme başında donmuş eşeğin gözlerimin içinde öylece durup bana baktığını fark ettim.

Yıllar geçti hâlâ orada duruyor, hâlâ orada durup bana bakıyor…

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.