ÇONAMTİKA-I

ÇONAMTİKA-I

-Kök-

(“… Kutsallığı tartışılamaz, tartışılması teklif edilemez olan Töre’ye göre ilk evlenen çiftlerden ilki (erkek), ilk doğumdan sonra, ikincinin (kadının) ruhunu okla bedeninden ayırır ve üçüncünün (çocuklarının) bakımını sırana yüklenmekle birlikte ikincinin gökte uçan ruhunun yerdeki gerçekliği (ikinci eş) asıl ana olur ve ilk ile ikincinin gerçekliğinin Kutsal Mutluluk’a ulaşması sağlanır…” (Sotinosi Kutsal Kitabı)

***

Şimaltika, kıvrım kıvrım kaslarla sarılı kollarına yatırdığı iç-sonsuzluğunun bütün ağırlığını yüklenmiş vücudunu, azgın sulara kayıp parçalanmasını önlemek istercesine, bacaklarıyla sıkı sıkıya, çaprazlama kavramış… Suların dolana dolana aştığı çakıl kayalarının bittiği yerde, suların köpükleştiği noktada donmuş gözlerinde kaya parçalarıyla oynaşan, içten içe titreşen, nefesi köpük köpük kabaran akışın yaşayışına inat kendisi, vahşi ormanlarla azgın sular arasına dikili sınır taşı gibi… Gözlerinin altında alabalık pullarına benzer kırmızı benekler… Olabildiğince geriye sarkıttığı başından süzülen siyah, düz saçları boynunun altına, iki kürek kemiğinin arasına mütereddit süzülmüş, hafif hafif dalgalanıyor. İri gözlerinin ortasında iki ayrı âlemi andıran gözbebeklerinin renkli dünyaları üzerine koyu yeşil ormanların gölgeleri düşmüş… Ormanlara gömülü hayatların insancasına pay düşülmüş, bilinci bölüşülmüş, iradesine şart vurulmuş bir varlık…

Sotinosi Kabilesi’nin ünü dağları, denizleri aşmış Bey’inin hangi gizli topraklardan çıkıp, hangi denizlerde gizlendiği belli olmayan sular gibi gizli sevdalıları arasında yaşayan oğlu, sevdiğine, acılarını çözüp hürriyetini bağışlamak için ölüme atlayacağı suların taşıyacağı ölüm tohumlarıyla sevgili gönlünün ölüm tarlasına dönüşeceği, cesedinin gözlerinde ölümsüz yaşayacağı düşüncesiyle tekrar sulara daldırdı gözlerini ümitsizce; öyle derin, öyle çıkılmaz ki…

Kabilesinin sıkı sıkıya bağlı bulunduğu töre, yaşlı bir geyiğin heybetli boynuzlarının altına, alnına saplanmış bir ok gibi duruyordu beyninde…

“… ‘Şimaltika, sevgilim, bin yıl yaşamaktansa seninle bir yıl yaşamayı tercih ederim…’ Gözleri dilinden kuvvetliydi, sonra büyük laflardan utanır mıydı ne, indirirdi gözlerini yere… ‘Neden sanki ilk evlilik ölümü doğurur?’ Geçen seneki Büyük Tören Günü’nden beri gülücükleri, ölümle bölünen evlilikler gibi kesilip kalıyor hep… ‘Sevgilim, bin yıl yaşamaktansa bir yıl… Seninle…’ Ya sonra… Sonra, ‘Uçan kuşa ok atılır mı, hevesi kırılır mı?’ deyip yere düşen kuşu avuçlarına alıp ağlayan, gözlerini hışımla gözlerime dikip ‘Bunu hiç yapmamalıydın, ama bir daha hiç yapma!..’ diyen Çona, sonrasını, sonramı nasıl düşünmez, düşünmez mi?.. Düşünmezse neden kırılıdır gülücükleri?.. ‘Evleneceğimiz ilk günkü kadar mutlu ölürüm.’ diyen dili yalan söylüyor, ya dudakları?.. Onlar gözler gibi… ‘Neden sanki ilk evlilik ölümü… Asıl eşini… Asıl eşini birlikte seçeriz; benden daha güzel, daha…’  İlkin üzerine asıl eş mi olur? ‘Lütfen sus Çonacan!.. Senden başkasını görmeyen için senden daha güzeli olur mu hiç?’ ‘Niçin olmasın?.. Aşarız dağları, denizleri, birlikte buluruz en güzelini…’ derken ne de güzel gülüyor, cilveleniyordu. Sonra nasıl da dondu gözleri…”

Şimaltika’nın gözyaşları henüz kopmak üzereydi ki, birden doğrulup asırlık ağacın arkasına gizlenen Çonacan, orada, öylece sessiz bir süre bekledikten sonra elleriyle gözlerini iyice silip derin derin nefes aldı verdi, kendine geldi ve aynı cilveli haliyle görünüp: “Haydi yakalasana beni!..” diye koşmaya başladı. Henüz birkaç adım atmıştı ki, durdu: Ardındaki sessizliği dinliyor, yüzü gergin…

Bir müddet öylece kalakaldıktan sonra ağır bir eda ile döndü. Şimaltika, mumyalanmış bir ölü gibi bakıyordu kendisine… Çöktü, dizleri üzerine, başı düştü, bağrına… Saçları ağır ağır dalgalanırken ince, zarif parmakları çimenler üzerinde titrek titrek dolanmaya başladı.

“… ‘Senden başkasını görmeyen için senden daha güzeli olur mu hiç?..’ Olsaydı ne olurdu ki… ‘Oğlum, önce seni başka güzel bir kızla evlendirelim, sonra…’ Bir insan için başka bir insana kıyılır mı hiç!.. Kızların çoğu benimle ‘ölüm evliliği’ yapmak için can atıyorlarmış… Ölüm evliliği!.. Evlilik ve ölüm!.. Niçin, ama niçin ilk eşler çocuklarını dünyaya getirdikten sonra öldürülüyorlar? ‘Ruhuna bir erkeğin gölgesi düşmüş kadınla başka bir erkek evlenmez, evlenemez oğul!..’
‘İyi ya baba!.. Ölene kadar birlikte yaşasınlar öyleyse…’
‘Hayır evladım… Bir erkek sadece kendi eşine bağlı kalmalı. İkinci bir kadına sahip olmamış erkek, mutluluğun, kadının ten farkına, güzellik farkına bağlı olduğunu zanneder. Oysa mutluluk, erkeğin kendi içindedir. Kadınsa erkeğin bir iç yaratığıdır. Bunun için töre, erkeğe,  mutluluğuna ayak bağı olmayacak bir tecrübe hakkı tanımıştır.’
‘Peki ya, ilk karsıyla yaşadıkları?..’
‘Bütün kadınlar erkeğin içindeki tek bir kadında birleşir oğul… İki ayrı kadınla yaşadıklarımız, bir kadınla iki ayrı zamanda yaşadıklarımızdan farksızdır. Ama sen suçluluk hissine kapılıyorsun. Töreyi suç sayıyorsun ki asıl suç, asıl günah bu… Töreyi kabullenerek ölenler mutlu ölenlerdir. Oysa sen, azaplara talip oluyorsun… Beni de sürükleme oğul!.. Günahkâr oğulları babaları öldürür, bunu biliyorsun. Beni buna mecbur, beni buna mahkûm etme oğul!.. Bana âsi olma!’…”

Son cümleyi, üstüne basa basa, sesine bütün kudretini yükleyerek, bütün imkânlarını hissettirerek söylemişti.

Şimaltika, doğruldu, gitti, Çonacan’ın yanına çöktü. Çimenler arasında dolanan titrek sevgili parmaklarını seyretti. Sonra, “Çonacan!..” dedi. Çonacan başını kaldırdı, bu hüzünlü sesin gözlerine baktı, bekledi, sonra, o da, kendi parmaklarını seyre koyuldu, Şimaltika’nın boşluğa kayan gözlerini görmedi. Şimaltika derin bir nefes aldı ve sordu:
“Çonacan!… Neden bana, senden sonra evlenmem için kız arıyorsun da, senden önce…”
“Lütfen sus, sevgilim!… Nasıl olur?.. Nasıl benim için bir cana kıymayı düşünebilirsin?”
“Ya bir başkası için senin canın?.. Hayır, sen törelerimize ninelerimiz gibi inanan bir kızsın. Kendilerini bekâr erkeklere sunduktan sonra öldürülen kadınların ruhlarının mavi derinliklerde kuşlar gibi uçuştuğuna inanıyorsun sen…”
“Sen!.. Ya sen, inanmıyor musun?”
“Onu sorma bana.. Benim sana sorduğum soruya cevap vermiyorsun Çona, ne olur içindekini gizleme benden, gizleme ne olur?…”

Çonacan, ayağa kalktı, yürüdü. Küçük bir çam ağacının dibine oturup karşı dağları seyretmeye başladı. Şimaltika geldi, oturdu yanına… Öylece sessiz oturdular… Kuş cıvıltıları uzaktan gelen ırmak sesi içinde oynaşıyordu. Çonacan’ın kalbi avuçlanmış serçe kalbi gibiydi. Kalkmak istedi, Şimaltika tuttu kolundan:
“Bana gerçeği söyle, Çona !…”
“Hayır, hayır ben bir günahkârım!..”
Çonacan elleriyle yüzünü örtmüş, sarsıla sarsıla ağlıyor, Şimaltika ise ısrarla soruyordu:
“Konuş benimle Çonacan!.. İçindekini, sakladığını söyle bana, haydi Çonacan, haydi!..
Çona!…”
Çonacan başını doğrulttu, tekrar karşı dağlara diktiği gözlerini milim kımıldatmadan konuştu:
“Sen de, benim gibi, yalnız benim olmalısın sevgilim, yalnız benim!..”
Şimaltika bedenini ağır ağır doğrulttu yerinden. O, kapıdan içeri girerken Çonacan’ın gözleri, kapının üstündeki, üzerine yılların karanlığı düşmüş boynuzlu keçi kellesine takılıp kalmıştı; gözleri iki koca, kara deliğin içine gizlenmiş gibiydi. Şeytanları kemirmek için mi ağzı öylesine açıktı? Ya şeytanlar onun içindeyse…

Bir çığlık koptu, savruldu içeriden… İçeriden kopup gelen, içinin bütün boşluklarında yankı yankı dağılan bu çığlık onundu… Onun da içi dağıldı bilinmez karanlıklara doğru… Yerinden kalkamadı bu yüzden, göğe fırlayacak gibi olmuştu ama yerinden doğrulmaya bile gücü yetmedi, uzandı çimenler üzerine, yüzü donuk, beyaz…

Yaşlı, pürüzlü, tiz çığlıklar; ilk çığlığın yankıları gibi, kapıdan, pencereden ve tahtalar arasındaki ince boşluklardan fırlıyor ve yere uzanmış hareketsiz bedenin üstünden etrafından geçerek uzaklara kaçıyor gibiydi… Çığlıkları ile birlikte hızla avluya fırlayan kadın öylece kaldı, Çonacan’ı görünce… Koştu, yanına çöktü:
“Kalk Çonacan, haydi kalk!..” diye inledi, birkaç kez. Sustu doğruldu, koştu içeriye doğru… Bir içeri bir dışarı koşup duruyor. Ne söylediği, ne yaptığı anlaşılmayan kadının gücü kesiliverdi kapı eşiğinde, düşüp bayıldı…

Havayı koklayanlar, çok geçmeden evin önüne toplandılar. Çonacan’ın gözlerini gördüler ya; alıp evine götürdüler, yatağına uzattılar. Sadece rüya görüyordu, hepsi o kadar…

Kabilenin en yaşlı kadınlarından biri başucuna oturmuş, hafif, işleyici, etkileyici sesiyle en derin tonda konuşuyor: Rüyalarına girip ruhunu şeytanlardan arındırma ayiniydi bu. Çonacan’ın içine şeytan düşmüştü… Bu yüzden gözlerinin içi boşaldı, gözleri ölesi oldu, bu yüzden…

Çonacan, şeytanları kovup gözlerinin tekrar canına, saflığına kavuşması için uğraşan kadının gözlerine, hapsine düştüğü şeytanın gözlerine bakar gibi bakarken kabilenin kadınları da kaderine yeni vadiler kurmanın ihtirasını yaşıyorlardı. Duygu sözlerini kadınca kabul eden kabilenin erkekleri, Bey’lerinin önünde bütün erkeksi sükûnetleriyle bekliyorlar.

Kapının önünde dimdik, hareketsiz ve sessiz duran Bey, gözlerini, kalabalığın üzerinden uzaklara dikmiş… Bey’in arkasından gelip erkeklerin içinde dolanan kadın inlemeleri nihayet yer gök arasında, bahçelerde, ağaçlarda ve kalplerde siniyor ölüme…

Bey, gözlerini kalabalığa indirdi ve konuşmaya başladı: “Kabilemizi, kadınlarımızı… (Sustu, yutkundu ve buğulanan sesiyle devam etti) çocuklarımızı, sularımızı, ormanlarımızı emanet edeceğimiz bir tek erkek evladım vardı benim.” Tekrar gözlerini çevirdi uzaklara… Kalabalık konuşmasını sürdüremeyecek zannıyla tedirgindi. O, Beyliğinin bilinciyle devam etti: “Bilirsiniz ki, kabilemizin reisi, törelerimizin de reisidir ve yine bildiğiniz bir gerçektir ki, gözleri kararan insanların ruhları da karanlıktır… (Ağlamadan önce sözlerini bitirmek istercesine konuşmasını hızlandırdı.) Oysa benim oğlumun gözleri dünyamız gibiydi, o karanlığı seçti… Artık benim oğlum, hepimiz için, kendi karanlık dünyasına kapanması gereken bir yaratıktır!..”

Bey, ağır bir eda ile evine girerken kalabalık sessizce dağıldı. Bey’e saygı için, Bey’in duyamayacağı yerde konuşulacaktı, her şey.

***

Çonacan, dalgın, küçük kız kardeşinin gözlerini seyrediyor… Onun gözleri de ormanlar gibi yeşilin tonlarıyla bezenmişti. İrkildi: Onun gözlerine de karanlıklar düşer mi? Bu mini mini, canlı, sevimli, kuş gibi seke seke yaşayan bu küçük, hayır büyük cana da şeytanlar musallat olacaklar mı? Neden beni Şimaltika ile görüştürmüyorlar? Onun ruhu karardıysa benim de ruhumu karanlıklar kapladı ya… Birbirimize bıraksınlar işte bizi… Hangimizi hangimizden koruyorlar sanki?.. Hırsla ayağa fırladı. Odanın öbür ucuna doğru yürüdü… Ben de gözlerimi kör etmeliyim, ben de, ben de diye düşünüyordu… Durdu, Ümitsizlikle geri döndü… O zaman beni kendi odama kaparlar, onun odasına değil ki… Hem o da beni görmek istiyormuş… Hıçkırdı: Nasıl görsün?.. Ben onun gözlerini değil içini seviyordum, ama onun içi de gözleri gibi karardı, benim de… Karanlıklar kapladı dünyamızı… Artık güneş doğmayacak bizim için…

***

Şimaltika, odanın köşesinde, yer minderinin üzerinde, büzülmüş oturuyor. İki çıban gibi yakıcı göz çukurlarının çevresini saran çizgiler kaderi kadar girift, kaderi kadar anlamlı görünüyor. Onun insanlıktan çıktığını düşünenler yüzündeki yazıları okumayı bilselerdi bilge bir kişiliğe yükseldiğini anlarlardı. Şimaltika, “Çona’mın bana imkânı kalmasın” diye yaptığı bu fedakârlıktan sonra, onun iyice içine, her geçen gün biraz daha derinlere yerleştiğini görüp gelecek vakitlerin korkusuna kapıldıkça daha çok içine sığınıyor ve orada, Çonacan’ın hayali önünde, kaçtığınca kaçtığına yakın buluyordu kendisini… Çonacan’ın yakıcı kolları, içinin bir yerinde onu yakalayacak ve yakıp yutacak gibi durmadan alev alev yaklaşıyordu… Kapının önüne kadar gelip çığlıklar savurmuştu Çonacan:
“Ben senin için yaşadım. Şimdi beni bir başıma ölüme salma, Şimaltika!..  Ben seninle olmak istiyorum!.. Seninle ölmek istiyorum, seninle!..”

Bu çığlıkların alevine yakalanan Şimaltika’nın alevleri Çonacan’ı da sarmıştı, birlikte yanıyorlardı… İkisi aynı cehennemin iki ayrı çukuruna düşmüşlerdi, yana yana birleşirler mi ki yakan yanandan başka değilse?.. Kendi içinin yangınlarına bürünmüş Çonacan’ın ateş dökümlü elbisesini giyinen Şimaltika, birbirinin içinde, iç içe oldukları kadar, varlığın aynadaki aksi gibi birbirinin imkânsızı olduklarını anlıyor ve anladıkça, aşk alevlerini söndürecek ten yağmurlarından, şimşeklerden, yıldırımlardan aşgın, gönül bilincine ulaşıyordu…

İçimde nerelere kadar uzanır bu aşk?.. Durmadan derinlere, daha derinlere, enginlere, bilinmeyen bir yerlere açılan, giden, yüzen, uyuklayan, kabaran, taşan bu aşk… Herhangi bir eşyayı tutmaya korkuyorum. Asıl varlık hangisi, asıl varlık benim içimdeki mi?.. İçimin neresinde?.. Beni içimin derinliklerine Çona’mın kendisi götüremedi ama, hayali, aslında var olmayan o görüntü, o ateş varlık beni nerelere taşıyor, böyle?.. Ve bu hayal de kayboluyor, bir çekirdeğe bürünüyor, çekirdek patlıyor, alev oluyor, ışık oluyor ve ben o ışığın tam ortasından, çekirdek noktasından sanki bilinmez bir âleme, bitmeyecek bir zamana açılıyorum… Ben ölmüyorum, ölüme inanamıyorum,  inanmıyorum!.. Sen de ölmeyeceksin Çonacan, ölmeyeceksin… Ölmeyeceksin!..

***

Bir yıl sonrası… Sotinosi Yaylası…
Dağın en tepesindeki, kubbe şeklindeki çimenliğe kadınlı-erkekli kabile mensupları toplanmış… Bu tepenin karşısında bulunan tepeciğe, ikisi birbirine çok yakın, diğerleri belli aralıklarla, insan boyundan biraz daha yüksek altı adet kazık dikilmiş… Tepeciğin arkasından çıkan, baştan aşağı, gözlerinden başka hiçbir yerini göstermeyecek şekilde çuval gibi kırmızı bir elbise giydirilmiş biri, elleri arkasına bağlı, gözleri siyah bir bantla kapalı, beyni alınmış gibi duran bir kadını getirip ilk direğe bağladı. İkinci, üçüncü, dördüncü direklere de kızıl kılıflılar, birer kadın bağladılar. Beşinci direkle, altıncı direğe ise aynı kıyafetin karasına bürünmüş iki kişi, bir kadınla bir erkeği yüz yüze bağladılar. Kızıl kılıflılar ayinî adımlarla kalabalığın bulunduğu tepeye kadar yürüdüler… Havada kurşun ağırlığı… Midelere kramp giriyor… Her an yağmur bastırabilir… Tabiat ölü sessizliğine bürünmüş…

Kara kılıflılar, kadınla erkeği yüz yüze ve aralarında hiç boşluk kalmayacak şekilde bağlamışlar ve her ikisine bir tek kolsuz entari giydirmişlerdi. Biri kadının, diğeri erkeğin arkasında durdu… Bunlar tecavüz suçundan dolayı hadımlaştırılmış erkeklerdi. Ellerinde birer mızrak bulunan bu adamlar hiç kımıldamadan ve gözlerini istikametlerinden ayırmadan beklemeye başladılar… Kızıl kılıflılar kalabalığın önüne belli aralıklarla çöktüler… Bey; kapkara elbisesi içinde, en arkada, tepenin tepesinde, yüksek, ihtişamlı bir tahta oturmuş, alt kısmına kızıl benekler yerleştirilmiş heybetli, ihtiraslı gözleriyle karşı tepeye bakıyor…

Tepeciğin çevresinden belden yukarıları çıplak altı genç çıkıp, kazıklara bağlanmış kurbanların etrafında çok ağır bir tempoyla dönmeye başladılar… Kalabalıkta kısa, mütereddit bir kıpırdanma oldu… Bu arada bitişik bağlanmış çift de öpüşmeye başlamıştı… Bir yıl boyunca çocuk sahibi olamayacağı anlaşılmış çiftin Büyük Tören Günü’nde, kurban edilmeden, son kez sevişme mecburiyeti vardı.

Tören onların sevişmesiyle başladı… Yavaş yavaş kalabalığın gözleri büyüyor ve bütün düşünceler sadece bu gözlerde hayat hakkı bulabiliyordu: Kimi şehevî alçakça; kimi korkulu, ümitsiz; kimi parçalı, bulanık… Peş peşe gelen sara nöbetleri gibi olağan dışı bir tempoya ulaşan bu sevişme sahnesi uzaktan, iki azgın, yırtıcı hayvanın öldüresiye boğuşmaları gibi görünüyordu… Genç dansçılarsa güçlerinin son haddine kadar tempolarını arttırmışlar, çılgınca dans ediyorlar; arada bir ellerini, aniden toprağa dayayıp, boylarınca zıplayıp yere düşer düşmez önce sağ ayaklarını sol yanlarına, sonra sol ayaklarını sağ yanlarına hızla vuruyorlar ve kazıklara bağlanmış insanların etrafında delice dönerlerken  ellerini, bellerini, kollarını, bacaklarını şekilden şekle sokarak danslarını devan ettiriyorlardı…

Bazı yaşlı erkeklerin kara kızıl yüzlerinde büyümüşlüğünce bebekleri küçülmüş gözlerine vahşetin aksi vurmuş, vahşi gözbebekleri vahşi dansçılar gibi ama oldukları yerde tempoya durmuş; kabarıp kapanmakta, göğüsleriyle birlikte… Aralarında duran zayıf, nârin yapılı genç kızlar ise denize düşüp boğulmuş, sular altından göğe bakan ölü bir canı ve gözleri de bu ölünün sularda donup kalmış gözlerini andırıyor…

Çiftin sarsıntılı son anları da kaçınılmaz bitkinliğe yakalandı ve alınları birbirine dayalı kaldı öylece…  Gerilmiş tenleri altında alevlerin dolandığı yüzlerini henüz ölüm korkusu beyazlığı sarmamıştı ki, kalplerine saplanan Töre mızraklarının harekete geçirdiği, sonuna kadar açılmış ağızlarından giren sevgili çığlıkları kalplerindeki ince, derin acının üzerine yıldırımlar düşürürken birbirinin vücutlarına sıkı sıkı sarılmış kolları düştü ve öylece, birbirlerine mızraklanarak ölüme bağlandılar ve dansçılar kaldıkları yere kapandılar…

***

Çonacan, “Ben artık eve dönmeyeceğim.” deyip sığındığı sıranasının yanında gizleniyordu. Sırana, Sotinosi Kabilesi’nde, ilk eş olduğu için annesi öldürülen çocukları büyüten, eğiten, sonra da onların en yakın sırdaşı, dadısı olan kadındı. Beş gün boyunca bütün çevrede aranmasına rağmen bulunamayan ve uzaklara göçmüş ya da intihar etmiş olabileceği düşünülen Çonacan, Büyük Tören Günü, Şimaltika, sıranası ve köyü kollayan savaşçılar hariç, herkesin Sotinosi Yaylası’nda olduğu gün evden çıktı ve doğruca Bey’in evine gitti. Kapı açıktı, ürkek adımlarla içeri girdi… Kendine hâkim olmakta zorlanıyor, gittikçe güçten kesildiğini hissediyor, hislerine paralel baştan ayağa titriyordu… Ve onu gördü: Bir köşede kımıldamadan oturuyor… Ellerini destek yaparak yavaşça dizleri üzerine çöktü… Uzun uzun seyretti, onu: Yüreği çatlayacak gibi… Israrla kaybolan gözlerine bakarken Şimaltika, rahatsız olmuşçasına başını salladı; görüyor gibiydi… Elleri üzerine abandı, tekrar arkasına yaslandı… Sonra başını öne doğru uzatıp sordu:
“Kim var orada?”
Ağzı açık, şaşkınlığa tutulan Çonacan yerinden kalkıp ani bir hareketle Şimaltika’nın ellerini tuttu:
“Benim Şimaltika!.. Ben… Sevgilin, Çonacan!..”
Şimaltika suskun… Sonra titreyen sesiyle:
“Hayır !..” dedi. “Hayır, Çona’mın sesi içimden geliyordu.” Avuçlarından dağılan sıcaklık bütün vücudunu sarmıştı. “Onun ateşi sadece içimde yaşıyordu, Çonacan…” dedi ve elini çekti. “İşte ya, Çonacan diyorsun bana. Gözlerini kapattığında ben, Çonacan, içinde değil miydim senin? Ama sen beni böyle insafsızca ikiye bölüyorsun, Şimaltika… Biliyorsun değil mi, Büyük Tören Günü bugün… Bugün, birkaç ay öncesine kadar aşkları dilbalı olan Sukuşları’nı önce birleştirip, ikiye, iki ölüme ayıracaklar sonra…
“Evet!.. Zavallı Sukuşları!..” Dudakları çarpıldı… “Evet, insanlar kendileri gibi olmayanların farklılıklarını zaaf olarak görüyorlar ki, kendilerinin büyük olduklarına inansınlar ve onlara büyük cezalar uyguluyorlar ki, cezalarınca tanrılık taslasınlar…”
“Ya sen Şimaltika!.. Beni niçin cezalandırıyorsun… Evet, beni, hayatımı kurtarmak için yaptın; ama bu büyük fedakârlığının sonucu ne oldu, düşünsene… Bir ölümden kurtulacakken kaç ölümlü hayata düştüm, bir bilsen… Biliyorum, sen de benim gibisin, yüzündeki çizgilerden belli… Ölüler bize gıpta eder mi Şimaltika?.. Haydi söylesene!.. Lütfen sevgilim, ne olur anla beni!.. Biz töreyi aşabiliriz… Töre bizi bağlamaz; çünkü…”
Boğazı düğümlendi. Bir türlü söyleyeceği sözü söyleyemiyordu. Başka türlü söylemeyi denedi:
“Şimaltika !.. Sen benim için dünyanın en değerli insanısın…” Yüzü kızardı; yalan söyleyecek olanların da böyle mukaddimeleri olurdu. O yalan söylemese de onlar gibi davranmış, bu doğru sözü yanlış yerde kullanmıştı. Bu yüzden suçluluk hissine kapılmış ve yüzü kızarmıştı… Belki de bunun için gerçeği dolaysız ifade etme gerekliliğiyle fazla acımasız olmuş ve şöyle devam etmişti:
“Töre senin gibi olanlara kanun koymuyor, sevgilim!.. Bu sebeple karşı çıkamazlar bizim evliliğimize!.. Hem beni de öldüremezler!.. Ömür boyu yalnız birbirimiz için yaşayalım, Şimaltika, ne olursun, “hayır” deme!..
“Hayır Çonacan, Hayır!.. Sen her şeyi geçmişiyle yaşatıyorsun kafanda… Geçmiş senin geleceğin olmuş… Bense geleceğimi kurtarmak istedim!.. Gözlerim kapanınca hayatımı ilk baştan ele aldım!.. Seni hâlâ sevdiğimi zannediyorsun, değil mi? Hayır Çonacan, hayır!.. Töre, her erkeğin içinde bir tek kadın vardır ve bütün kadınlar o tek kadında birleşir, diyordu ya; düşüncelerim cilvelerine takılı kalmıştı da bu gerçeği görememiştim…  Ama sonunda gördüm Çonacan, gözlerimi aldığını gördüm, gerçekler karşılığında!.. Evet, gerçekler karşılığında gözlerimi aldığını!..
Çonacan, “Hayır!..” diye inledi… Ellerini bıraktı ve kaybolan gözlerini derin kuyularda bulup çıkarmak istercesine, Şimaltika’nın kaşlarının altına dikti gözlerini… Dudakları titriyor… Şimaltika, gözyaşlarına engel olmak için gözkapaklarını sıkıca yumdu ama başarılı olamadı…
Birbirlerini hissederek birlikte, sessizce ağlıyorlar, şimdi… Şimaltika zorla kendini toparlayarak tekrar konuşmaya başladı:
“Çonacan !..”
Çonacan başını kaldırdı; ölüm mü hayat mı gelecek bilmeden, ağzı hafif açık, korku ile heyecan karışımı bir yüz ifadesiyle dudaklarına bakıyor… “Biliyor musun Çonacan, dayanamıyorum artık!… Biz bir olmalıyız. Bir ölmeliyiz Çona!…”
Her şey bir anda olup bitti, işte… Çonacan hızla doğruldu, Şimaltika’nın ellerine sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı… Şimaltika’nın yüzü donuk… Sevincinin üzerine pişmanlık çökmüş, duygu-düşünce bulamacı midesine oturmuştu… Çona’sının acılarına tahammül edememişti ama şimdi onları daha büyük acılar bekliyordu, biliyordu bunu… Şüpheler zehirleyici, bilmek kahredici, bilmemekse şüphelere zeminse ve düşünmemek elde değilse insan yükünü yürekte taşımak nedir, bunu yaşayarak öğreniyordu…

***

Kızıl kılıflılar, aralıklı olarak çöktükleri yerlerinde, ellerindeki okları yaylarına yerleştirdiler. İyice gerdiler. Bütün nefesler tutuk kaldı… Yere kapanmış dansçıların başlarını kaldırmaları ile oklarını saldılar. Okların hiçbiri hedefini şaşırmadı… Dört dişi-candan kimi hemen, kimi biraz çırpındıktan sonra öldü… İnsanlar mutlu öldüklerine inandılar.
Dansçılar saygıyla etraflarında dönerlerden göğe doğru kaldırdıkları elleriyle başlarından çıkan latif bir şeye yol açıyorlarmış gibi hareketler çiziyorlardı… Bey doğruldu…

Ölüler yerlerinden alınıyor… Bu dört dişi-cansızı yan yana yatırılmış ölü çiftin yanına sıra sıra dizecekler ve gömmek için gece karanlığını bekleyecekler…

***

Bir gün sonra… Bugün kalabalık cıvıl cıvıl…
Yaşlılar, genç erkekler, genç kızlar, ana-babalar, çocuklar, her yaştan her baştan insanlar…
Bey aynı tahtında, başında tacıyla dünden farklı olarak rengârenk işlemeli, gösterişli elbisesiyle oturuyor… Ellerinde kâselerle herkese, cins cins meyvelerden sıkılmış değişik renklerde meşrubatlar sunan genç kızlar bir başka güzel, bir başka alımlı… Bugün şarap içilmiyor. Halkla bilge kişilerin bir arada bulunduğu böyle törenlerde şarap içilmesi kesinlikle yasak…

Belden yukarıları kızıl döğmelerle süslü, ilk evliliklerini yapacak damatların kollarında, yüzleri kızıl boyayla maskeli, ateşe ayarlı beden güzellikleri ön plana çıkarılmış ilk eşler, kızıl döğmeleri arasına yeşil motifler yerleştirilmiş ikinci, gerçek evliliklerini yapacak damatların kollarında ise gönüle ayarlı yüz güzellikleri maskesiz ve bedenleri süslü elbiselerle örtülü ömürlük gelinler bulunuyordu ki, bu dört gelinle diğerleri görünürde aynı kaderi paylaşıyorlar… Mekân bir, zaman bir, kalıp bir ama hiçbir şey aynı değil… Törenin bütün ayrıntılarına azami dikkat gösteren bilge kişiler böylece hiçbir başıbozukluğa meydan vermemiş oluyorlardı.

Bugün daha önce görülmemiş bir şey oluyor: Dağları aşmış bir atlı Büyük Tören Yaylası’na doğru büyüyor… Evlilik adayları Bey’in önünde toplandılar… En öne gerçek evliliklerini, arkalarına ilk evliliklerini yapacak damatlarla eşleri iki sıra halinde dizilmiş, halksa onların birkaç adım gerisine sıra sıra kazıklar gibi dikili savaşçıların arkasına yığılmış, sessiz-sedasız bekleşiyorlar… Üçü sağında, üçü solunda, ikisi de hemen arkasında duran sekiz bilge kişi, Bey’in gözlerini diktiği atlıya bakıyor… Hareketsiz durmak zorunda olan kalabalıktansa kimse dönüp de Bey’lerinin nereye veya neye baktığına bakamıyor, hepsi Bey’lerinin gözlerine bakıyor!..

Bey ayağa kalkıp töreni başlatıyor… Bey’in eli havada kalınca, halkın gözü Bey’in elinde donuyor… Bey’in gözleri ağzını dumanlar sarmış atın üzerinde…

At durdu ve önce kız attan indi… Arkasında oturan adamın elinden saygıyla tuttu ve onun inmesine yardım etti…Kalabalığın gözleri hâlâ Bey’lerinin gözlerinde… Elleri birbirine kenetli, ağır adımlarla yürümeye başladılar… Kime dokundularsa o açılıp yol verdi, gözünü Bey’in gözlerinden ayırmadan… Ses seda henüz uykuda… Yeni evlenecek çiftlerin de önlerine geçip durdular… Bey ve bilge kişiler heybet, hiddet ve biraz da şaşkınlıkla bekliyorlar… Ve kız konuşmaya başladı:
“Yüce Bey’imiz… Biz de evlenmeye karar verdik!..”
Herkesin aksine Bey sakin görünerek:
“Nasıl olur? Bunun mümkün olmadığını bilmiyor musun?..” dedi.
Kız yetiştirdi:
“Ama Efendimiz, gözlerini kapatmadan önceydi, ben onun içindeydim. Biz o zamandan kararlıydık evlenmeye!..”
Âmâ delikanlı devam etti:
“Babacığım!.. Herkes çok iyi biliyor ki, törelerimize göre  ben insanlığımı kaybettim…” Elini iyice sıkan ince, nârin elin güç katan direncini hissetti ve derin bir nefes alıp titreyen sesiyle devam etti: “Biz, sadece içimizden gelen sese, isteğe bağlı kalarak evlendiğimizi duyurmak istiyoruz!.. Azatlığımızın töreye aykırı olmadığını açıklayınız lütfen!.. Bizi törelerinizin dışında bırakınız Efendimiz!.. Biz, sadece…”
Bey hiddetle çıkıştı:
“Sen Şimaltika!.. İnsanlığını kendi ellerinle öldürdün… Ama kandırdığın, yanında sürüklediğin kız sağlıklı bir insan!.. Evet, o bir insan… Hangi cesaretle onu, kendi karanlık, lanetli dünyana hapsetmeye kalkıyor ve hangi cesaret ve hangi ahlakla bunu onaylamamı bekliyorsun benden!..”
Şimaltika saçından tırnağına titrerken yanaklarında, süzülen gözyaşlarının soğukluğunu hissetti ve yanı başında duran Çonacan’ın ancak duyabileceği bir sesle:
“E … evet babacığım… Haklısınız!..” diyebildi.
O ana kadar gücünden, kararından, azminden emin savunmasını dinlediği sevdiğinin, son gücüyle sıktığı elinden, elini çekip alan Çonacan çığlık atarcasına bağırdı:
“Hayır!..”
Şimaltika’ya bakan çevresi bulutlu bulanık, bebeği keskin gözlerini  Bey’e çevirdi:
“Hayır Efendimiz, hayır!…”
İskelet gibi gerilmiş eli, ağır ağır yukarıya doğru hareket eden Çonacan’ın “Ben artık her şeyi yapabilecek güçteyim.” diyen gözleri karşısında Bey ve bilge kişilerin gözleri, hareket eden kolun derin, öldürücü, kahredici anlamının esaretine düşüp anlamını yitirmiş gibi donuktu… Sessizlik ve hareket eden koldan başka hiçbir şey yaşamıyordu sanki… Çonacan’ın gerilmiş kızıl dudakları arasına inci taneleri gibi dizilmiş dişleri arasında gölgelenmiş boşluktan alevlere dolanmış bir ejderha dilinin çıkmayacağını yüzüne bakan hiç kimse iddia edemezdi… İçi birden patlamış gibi bağırdı Çonacan:
“İnsanlığım bile engel olamaz bize, insanlığım bile!..”
Herkesin içinde bu korkunç sesin ürpertisi paramparça dağılırken parmaklarını gözlerine daldıran Çonacan; tiz, deli, anlamsız bir çığlıkla olduğu yere çöktü, kaldı… İki parmağından süzülen kanlar, hızla bütün kolunu sardı… Kabilenin doktorları hemen müdahale ettiler…
Şimaltika, “Çonacan!.. Çonacan..!” diye inlerken, onu elleriyle bulmaya çalışıyor fakat, kaderinin kanlı kollarında çırpınan Çonacan’a değil, hep yabancı vücutlara takılıyordu… Onu tutup hemen oradan uzaklaştırdılar… O ise “Çonacan!.. Çonacan!..” diye inliyor, hâlâ…

***

Birkaç gündür insanlar arasında hayret ve korku uyandıran bir söylenti dolaşıyor ve herkes bir başkasına aktarırken, ağaçların dalları arasında uyuklayan meyvelerden, gökte uçan kuşlardan, gözleri yerde otlayan hayvanlardan  veya hafif hafif esen rüzgarla oynaşan çimenlerden sakınırcasına gizli ve ürkek edalar takınıyordu.

Kabilenin bilge kişileri günlerce süren müzakerelerden sonra, şeytanın karanlık ruhuna bürünüp insanlıktan çıkan Şimaltika ile Çonacan’ın dünyaya getirdikleri en az kendi çocukları kadar sağlıklı ve güzel olan çocuklarının, ancak onların insanlıklarının, içlerinde hapsolmuş son parçaları olduğuna ve onun da dünyaya gelmesiyle tamamen şeytanlaşmış olduklarına kanaat getirdiler ve bu durumda, bu iki karanlık ruhtan böyle sağlıklı bir çocuğun doğmasının doğal olduğunu halka açıkladılar. Fakat uçurumun tepe ucunda bulunan bilge kişilerin başlarına fırtınalar doluşuyor, gözleri kararıyordu: Ya bu iki karanlık ruhtan aydınlık yüzlü bir çocuk daha, bir daha, bir daha doğarsa… İnsanlar o zaman, kendilerine değilse bile, en azından, çiftin içini kapladığını söyledikleri şeytanın karanlık ruhuna inanmayacaklardı ki, bu bilgiler de, halkın üzerinde düşünmeye gerek duymadığı veya cesaret edemediği, dinlerinin, yalnız bilge kişilerin Yüce Ruh’larında var olan Kutsal Kitab’ında yazıyordu.

Kutsal Topraklar’ını, bu topraklarda doğup büyümüş Kutsal Din’lerini ve bu kutsal dinin Kutsal Çocuklar’ını sonsuza kadar yaşatmak yükümlülüğü gibi Kutsal bir Dava’nın Yüce Üye’leri olduklarına inanan bilge kişiler Tanrılar’ının gücünü yüklenerek şeytanlara karşı son bir hamleyle dinlerini kurtarmaya and içtiler ve günlerce süren Kutsal Düşünce Seansları ve Müzakereleri sonucunda Şimaltika ile Çonacan’ın öldürülmelerinin Töre Gereği olduğunda karar kıldılar… Çünkü
“Kutsal Düğün Töreni’nde içlerinden gelen sese göre evlendiklerini savunan bu çift, sonradan çocuk olarak doğan ve kendilerini tamamen karanlığa terk eden, içlerindeki son insanlık parçasından dolayı evli sayıldılar ve çocuk da bu evliliğin bir ürünü olarak dünyaya geldi…”
“… Kutsallığı tartışılamaz, tartışılması teklif edilemez olan Töre’ye göre ilk evlenen çiftlerden ilki, ilk doğumdan sonra, ikincinin ruhunu okla bedeninden ayırır ve üçüncünün bakımını sırana yüklenmekle birlikte ikincinin gökte uçan ruhunun yerdeki gerçekliği asıl ana olur ve ilk ile ikincinin gerçekliğinin Kutsal Mutluluk’a ulaşması sağlanır…”
“… Eğer çiftler, evliliğin yükümlülüğünü yerine getiremezler  veya evlendikten sonra evlerini veya evliliklerini şeytanın karanlık mağaralarına hapsederlerse ilk ile ikincinin ruhları şeytanlar mezarlığına gömülür…”

Bilge kişiler, kendi içlerindeki Kutsal Kitab’ın bu muazzam ölçüsüne bir kez daha şaştılar ve kendi yollarının kutsallığına daha çok inandılar…

***

Aylardır bu günlere hazırlıklı oldukları halde, söylentinin kapı aralığından sıyrılıp insanlara ulaştığını öğrendikleri günden beri bilinmezliğin verdiği çaresizlikle bu konuyu kendi aralarında bile konuşmaya cesaret edemeyen Şimaltika ile Çonacan’ın, kopacak fırtınanın neleri, nelerini, bütün varlıklarıyla kendilerini mi alıp götüreceğini bilememenin kaosuyla donmuş akılları, iç açılımlarının sınırsız ufuklarını sarmış âlemin sonsuz sükûn sınırında girdaplaştığı bir mekâna dönüşmüştü ki, bu, gönülde kıyamet vaktidir… Aynı kıyameti, onlarla birlikte, Kutsal Düğün’lerinin yapıldığı Sotinosi Yaylası’nda bütün dehşetiyle yaşayan kazıklara bağlı taze dişi-canların karşısındaki tepeye kadar ayinî adımlarla gelip, her biri, dişi-canlardan birinin tam karşısına çöken kızıl kılıflılardan yalnız birinin, en sağdakinin, kara gözlü kadının karşısına düşenin kılıfında, önlerini ve hedeflerini görmeleri için açılan iki delik açılmış değildi… Bu ana kadar vazifesini yerine getirmesine yardımcı olan elli yaş civarındaki ak saçlı bir kadın sonunda, onu, hedefinin tam karşısına oturtup, eline okuyla yayını tutuşturduktan sonra hızla uzaklaşmış, kalabalığın ardında yükselen bayıra tırmanmış ve deli bakışlarını bu atıcıyla kurbanına dikmişti… İki hadım gelip atıcının iki kolunu, önüne çakılı aynı boydaki iki kazığa, hiç kımıldatamayacak şekilde bağladılar… Sade parmaklarını oynatabilen atıcının ellerine, ok ile yay atışa hazır vaziyette tutturulmuştu…

Ve dansçılar başlarını kaldırdılar… Dokuz ok, hareketlenip seçilmiş kurbanlarına ulaştı… Yalnız en sağdaki lanetli ok yerinde duruyordu…  Kaskatı kesilmiş parmaklar bir türlü açılmak bilmiyordu… Taze dişi-canların ilk çığlıkları ile halk arasındaki ilk dalgalanma durulduktan sonra hayret, korku ve merhamete bulanmış gözler bu atıcıda birleşti ilkin… Mütereddit bakışlar Bey, bilge kişiler ve âsi atıcı arasında gidip gelmeye başladı, sonra… Yalnızca sessizlik hükümran oldu bir süre… Sükûna gerilmiş tabiatın en gerisinden gelen bir ok, başka bir oku harekete geçirdi ve biri kalın kısa, diğeri ince uzun iki çığlık birbirine dolana dolana açıldı göklere ve yüreklere… Kalabalığın ardındaki kadının elinden yere bir yay düştü… Kadın, kurbanları üzerindeki gözlerini düşürdü yanına… Çömeldi, yerden aldı yavrucağını… Yürümeye başladı… Asırların yalnız adımlarının açtığı patika yolda yürüdü, kadın… Dizlerinin bükülüşünden zorlukla yürüdüğü anlaşılıyordu…

Başını göğsüne doğru eğmiş, konuşuyor:
“İşte gidiyoruz Çonacığım!.. Bu lanetli topraklardan gidiyoruz.. Duyuyorsun değil mi sen de içindeki sesi… Ben içimdeki sesi duydum Çonamtika!.. Babanın duyduğu sesi… Annenin de duyduğu…  Bu sesin geldiği yere kadar yürüyeceğiz  Çona, seninle!.. İnan bana, Çonamtika, o sesin geldiği yerde lanetliler olmayacak!.. İnan sen, o ses kadar hür yaşayacaksın orada!.. İnan!..”

 

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.