SÖZÜN ADALETİ

SÖZÜN ADALETİ

Söz daima eylemden öncedir ve bütün eylemleri kendine mahkûm etmek gibi aşılmaz bir gücü vardır sözün. “Bir insan olarak ben…” diye başlayan bir aklın kadın ve erkeği, siyahı, beyazı… birleştirici bilinci, eylemlerini bu sözle çelişmeyecek mantıkla kurar, geliştirir; oysa “Bir erkek olarak, bir kadın olarak, bir beyaz olarak ben…” diye başlayan bilinç ise kadınla erkeği, beyazla diğerini ayrıştırıcı mantıkla düşünce üretir ve bu düşüncelerle oluşturur, sürdürür hayatını.

İnsanlığı birleştiren de parçalayan da önce hep “söz-cük”ler olmuştur. İktidar, tabiatı gereği yönetmeye muktedir olabileceği kadarını diğerinden ayırabilmek ve yönetebilmek için öyle ya da böyle bölen sözcükleri tercih eder, onun “biz” zamiri bile çoğunluktan ayrı bir gücü karşılar; ezilen ben’in ise hayatı istediği gibi yaşayabilmesinin tek başına mümkün olmadığını bilmesi onu dar kapsamlı da olsa biz’e (aileye, aşirete, cemaate, asabiyeye…) mahkûm eder ve sonuçta hem güçlü hem zayıf, tercihini birleştiren değil bölen sözcüklerden yana yapmış olur.  Zihniyetler tahtına kurulmuş bu diktatör söz-cüklerin tahakkümü altında büyük iktidar alanlarına bölünmüş dünya içinde daha küçük ve daha küçük… iktidar alanları oluşmakta, değil herhangi bir ben’in, hiçbir biz’in, koruyucu bir alan içinde bulunmadan, emniyet içinde hayatını sürdürme imkânı kalmamaktadır. Bu nedenledir ki zihniyetleri, -dinleri, mezhepleri, ideolojileri…- yönetim şekilleri, amaçları çok farklı, hatta birbirinin zıddı olan güç odaklarının söylemleri ve eylemleri hep aynı-benzer niteliktedir.

Kaderi sözcüklerle örülü, konuşan canlı; bencilliğinden ya da korunma refleksiyle, zihniyet dünyasında iktidarı bölen sözcüklere teslim ettiğinden ona muhalif bir fikri, hayali, hatta rüyayı kaderinin bir köşesinde bulundurma ihtimalini bile kaybettiğinin farkına varamamakta; benciliğe, zulme, bölücülüğe… karşı savaşırken bencilliğin, zulmün, bölücülüğün askerine dönüşmektedir ve kendini yeniden inşa edebilecek birleştirici sözcük sermayesine sahip olmadığı için de kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan keçi gibi kendini aynı döngüye mahkum etmektedir.

Bugüne kadar bütün dünyayı, bütün insanları içine alan tam bir barış zamanı yaşanmadığına ve bundan sonra da yaşanma olasılığı düşük olduğuna göre mümkün olan en geniş alanlarda ve birlikte yaşamayı tercih eden insanlar arasında birleştiren sözcüklerle bir bilinç dünyası oluşturulmak istendiğinde temel ölçü ne olmalıdır?

Sanırım, bu noktada, ürettiğimiz sözcüklerle örümcek gibi örüp kendimizi mahkûm ettiğimiz düşünce ağımızı, bu dünyanın dışına çıkıp seyretme, analize tabi tutma imkânımız olmadığı için zihniyet dünyamızı değil, zihniyetimizin temel dayanaklarını irdelememiz gerekiyor. Bu da bizi dayandığımız kavramlara, bu kavramlara yüklediğimiz anlam sınırlarına götürecektir ve kuracağımız dünyanın sınırlarını, sağlamlığını bu temel kavramlara yüklediğimiz anlamlar belirleyecektir; ancak bir kavramı böyle bir kritere tabi tutmadan önce elimizde bunun için de bir ölçütün bulunması gerektiği açıktır ki bu noktada insan tabiatının merkezine yerleşen iki sözcük karşımıza çıkmaktadır: şuur (bilinç) ve taassup (bağnazlık)

“şuur” varlık âlemi içinde konumunu-haddini bilen insanoğlunun birleştirici bir dünya kurmasını ve bu dünya içinde barış içinde yaşamasını sağlarken “taassup” bu dünyaya baş kaldıran bölücü bir örgüt militanı gibi onu bencillik dünyasına mahkûm etmektedir. Bencil yaratılmış insanoğlunun tabiatı ise yaşam mücadelesinin içindeyken ikisi arasındaki sınırı kolay görebilecek nitelikte değildir. Belki de bu yüzden insanlığın temel değerlerini en iyi gören düşünürler, bu mücadele dünyasından el etek çekerek uzaktan bu dünyayı gözlemleyenler arasından çıkmıştır.

 

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.