ÇONAMTİKA-III

ÇONAMTİKA-III

-Meyva-

Yaklaş sevgili okur, iyice yaklaş!..
Sandığın gibi değil!.. Ben bir ölüyüm!.. Adım çonamtika!… Dün, sabaha karşı saat beşi yirmi bir geçe öldüm… Cesedimi sahildeki kayalıklar arasında otururken bulan insanlar gözlerimde oynaşan dalgaları göremediler ve gözkapaklarımı örttüler üstüne… Son görevlerini yerine getirenlerin benimle ilgili görevleri bitti; ama ben gitmedim. Sizler, alelacele gömdüğünüz ölüleri görmüyorsunuz diye onların yok olduğunu sanıyorsunuz; oysa asıl şimdi ben size daha önce olduğumdan ve sizin kendinize olduğunuzdan daha yakınım… Ben sizin zaman-mekân sınırlarınızın dışında ama kendinizi seyredip durduğunuz yaşam aynanızın içinde olacağım… Siz beni hiç göremeyeceksiniz ama ben sizi göreceğim… Bundan böyle, açılmadık ve açılmayacak düşüncelerinizi sakladığınız beyinlerinize girecek, hem ateşli hem soğuk anlarınızda damarlarınızda dolaşacak, karanlık veya aydınlık yoğun duygularla yüklü bulunduğunuzda kalbinizde olacağım… Sizin dünyanızdan kimseye fizikî tesirde bulunmayan, sırlarınızı adınızla ifşa etmeyen beni ve benim gibi olanları siz, korkuyla dışınızda arayadurun biz, daima içinizdeki muhataplarınız olacak ve sizleri hiçbir zaman kendi başınıza bırakmayacağız…

Sana seninle ilgili en önemli sırrımı vereyim mi sevgili okur?
İçinde kendinden başka kimsenin bulunmadığını sandığın bedeninde binbir âlem kurmuş in cin, bir onu bir bunu giydiriyor sana ve sen gece gündüz dönüp duruyorsun ben ben diye! Dön bu tarafa, kalbinin tam ortasında bir ayna var, yaklaş ona iyice yaklaş, önce çıkar üstündekileri, başkasına ait olanları değil, kendine ait olanları, bugüne kadar yüklendiğin bütün duygu ve düşünceleri, gerçek ve hayal bütün yaşanmışlıkları ve yaklaş iyice aynanın önüne değil, içine, gördün değil mi oradaki sen hiç benzemiyor sana, işte o benim!.. Benim içimde de aynı böyle, sen varsın!..
Eskiden adım sü idi, şimdi çonamtika, ben bir ölüyüm ama yaşıyorum sende; senin adın ise şu idi, bu oldu, şimdi işvenaz, yaşıyorsun bende!..

Hani şehre indiğimde, gözlerimiz birbiriyle ilk karşılaştığında, ‘sen yabancı olmalısın’ edasıyla bakan ruhundan bir tohum düşmüştü gözlerime; o tohum, dalları ufuklarımı kuşatmış bir ağaca döndü!.. Ben öldüm ama gözlerim sana kaldı ve o ağaç her gün yeni dallar, yeni yeni meyveler veriyor sende.

***

Anlayamadığın, sebepsiz sandığın değişimi yaşarken sadece içinde bulunduğun günleri çözmeye çalışıyordun, günler aylar geçti, tanınmayacak kadar değiştiğini söyleyen eski tanıdıklarının yanında kendini yabancı hissetmeye başladın, eski canlı mı canlı, yerinde duramaz, aklı bir karış havada, sevimli işveli kız, günün herhangi bir saatinde ansızın bir görüntü yakalayıp hatırlamaya çalıştığın rüya gibi çıkıp gelse de yanına, başka biriymiş gibi üzerinde hiçbir etki bırakmadan tekrar kayboluyordu. Büyükler olgunlaştığını düşünüyordu; ama akranların, yanında sıkılır olmuştu. Yalazlanıp duran ergenlik, içten içe yanan ağır bir köze dönmüştü. Sen farkında değildin; ama Yabancı’yı gördüğün gün başlamıştın değişmeye… İçinde bulunduğun toplulukta kimseye ilgi duymuyor, kimseyi beğenmiyordun artık… Onu gördüğün gün o kaybolup gitmişti ama soluduğun her nefeste onun nefesi vardı… O, senin içine iyice yerleştikçe sen, her şeye iyice yabancılaşıyordun. Gün be gün, cemiyete, insanlara, zaman ve mekâna, eşyaya yabancılaştıkça gönlünde beslediğin yabancının esrarlı nefesi bütün hücrelerine, gönlüne nüfuz ediyor ve sen uçaktan düşerken kendi cesedini seyreden bilinç gibi varlıkları seyrediyor ve her varlığı, yeni görmüş gibi kavramaya çalışıyordun…

Her görenin duygu dünyasını yörüngende döndürüp duracak kadar güzelsin ve birçok gezegen dönüp duruyor etrafında. Onların her biri çekim alanına girse bile, dalgalar üstünde şişip patlayan baloncuklar gibi bir var bir yok oluyor, bir anlık gerçek, geçici bir heves olarak gönlünden kopup karadeliklerde kayboluyor…

 O fakir, tuhaf görünümlü genç ise diğerlerine pek benzemiyordu, gönlüne tutunmayı başarmıştı. Gönül dünyanda pürüzsüz yaşayışını sürdüren bu delikanlının peşine takılan merakın, seni iç âleminin gizli mağaralarında daha önce şahit olmadığın sırlara erdirdi, büyüsüne kapıldığın sırların peşinde gizden gize sürüklenirken o delikanlının aslında senin sırlarına perde olduğunu anlayamadın, ona ait sandın, hep onu düşündün, “Âşık mı oluyorum?” tereddüdü de “Âşık oldum!” kanaati de hakikatle senin arana çekilmiş hayal perdeleriydi, zaman seni her gün ayrı bir hayal perdesinde oyalıyordu, seni hakikat yolculuğuna çıkaran görüntüler seni vuslata taşıma bahanesiyle vuslattan uzak tutmayı başarıyordu. Yakınlarınsa ayrı bir dünyada yaşıyorlardı; işi, gücü, parası pulu olmayan gençten uzak durmanı tavsiye etmekle kalmıyorlar, uyarıp duruyorlardı; ama sen bütün nedenlerin birer birer yitip gittiğini görüyor, çaresizliğin kucağında çırpındıkça çırpınıyordun.

O da senin gibi, mekânsız açılımın son noktası yokluğa kapanma girdabına kapılmıştı, hayatın yoğunluğunu ilk patlama noktasından son kapanma noktasına kadar kesintisiz yaşıyordunuz. Aslında gördüğün gün unuttuğunu sandığın, zaman zaman zannınca sebepsiz bir anlık hatırladığın ve sonunda artık hatırlamaz olduğun Yabancı’dan, kalan suret boşluğunu dolduruyordu, o delikanlının görüntüsü… Etrafında, hayatın bütün renkleri, mutluluk vadeden onca delikanlı olmasına rağmen kapıldığın girdabın seni çekip aldığı karanlık ışıltılı dipten çıkmak, aklına bile gelmiyordu; çünkü seni yeni hayata hazırlayacak ana rahmi güveni ve sıcaklığı kuşatmıştı seni.

 Vuslatın eşiğine kadar geldiniz; ama eşikten içeri adım atmadınız, atamazdınız. Kaderin bir bahane bulması gerekiyordu ve hayatta bahaneden çok ne vardı ki! Ailen garanti isteyince, tezatları arasına sıkışıp kalan delikanlı, değil cevap verecek, değil başını kaldıracak, yere indirdiği gözlerini oynatacak gücü bile bulamamıştı kendinde; kendi hayatı acılarla yoğrulmuş, karakteri çilesinin ürünü olmuş bir insan, nasıl olur da, kaderine ortak edeceği kızın geleceğine dair garanti verebilirdi?.. “Ben ancak katıksız sevmeyi bilirim ve kızınıza da verebileceğim ancak bu!..” sözüne etrafınızı saranların eğik dudak gülümsediklerini görmedin mi işvenaz!..

Bu insanlara bakıp başka ne söyleyebilirdi; ama sen anlamalıydın!.. Vitrinlere baka baka yaşamaya alışmış gözler, insanların elbiselerinden ötesini göremeyebilirdi ama sen iç âlemin derinliklerinde gizli samimiyetin bir insanın bu dünyada elde edebileceği en değerli zenginlik olduğunu bilmeliydin!.. Bilmeliydin işvenaz, ikna yoluyla dahi olsa hür iradesine müdahale edilen, tezatları aşacak gücü bulunmayan bir aklın gönülde çıbanlaşacağını, çıbanlı bir gönlün de insanı parçalı bir hayata gebe kılacağını düşündüğünü, sevdiğinin gönül çıbanı olmamak ümidiyle, hayatı kendi başına yürüyerek tüketme yoluna koyulduğunu bilmeliydin!..

 Kaderine ah ettin, ağladın durdun, oysa kaderini kendi boynuna sen doladın!.. Zamanla içinin közleri soğudu, küle döndü, rüzgâr estikçe içinin külleri dağına taşına, suyuna toprağına savrulup gitti. Sen de normal bir insan oldun işvenaz, hayatın vitrinlerine baka baka yaşarken, aynı kıyafetleri üzerinde sergileyen gezici bir mankene döndüğünü anlayamadan yaşayan normal bir insan oldun!..

 Bundan dolayı o gün, normal kızların aynı durumda kalınca yaptığı, telafisi olmayan hataya düştün: Asil, zengin bir aileden gelen o yakışıklı, hiçbir sorunu olmayan erkeğe, sevip sevmediğini, sevip sevmeyeceğini bilmediğin halde “Ben de seni seviyorum!” dedin. Nişanlın, bütün kadınlara nasıl davranılması gerektiğini çok iyi biliyordu ya, bu tecrübeye nasıl ulaştığı aklına takıldığı halde umursamadın, sözlerinin derinlikten yoksun, basmakalıp ifadelerden ibaret olduğunu hissettiğin halde “hayır” diyemedin!.. Derinlerden gelen “Sesi ruhumu yırtıyor!” iç sesini, içinde boğuluncaya kadar bastırdın!.. Aslında, anlaşılamadığını düşünüyordun, çelişen iradelerinden biriyle diğerini kırbaçlıyor, birinin hıncını taşıyan gönlüne diğerinin hırsını serpiyordun, anlamadın işvenaz, sırf kimseye bir şey yapamadığından kendini ateşe atmanın zevkine kapıldın!.. Acılarını bastıracak bir hayata kendisine eziyet etmekle geçebileceğini, ancak bu şekilde daha acılı, sıkıntılı da olsa, “hayata” varabileceğini, vardığın yeni hayat içinde kendine ait bir düzen kuracağını ve kurduğun düzen içinde huzura kavuşacağını düşünüyordun, fakat iradesi ihanete uğramış ruhun daima hayatın özünde, hayatı kendi öz çekirdeğine çekici ve bu çekim kuvvetini sürekli,  eksiltmeksizin yaşatıcı olduğunu anlamadın İşvenaz, “Evet!” demekle kendini, süresiz tezatlı doğumlara gebe bırakmış olduğunu kavrayamadın!..

***

Delikanlı sırf senin için, sırf sen kendini ateşe atmayasın diye dönüp sana geldiğinde, sırf iyice düşünmeden karar vermemen gerektiğini hatırlattığında bile sen aklınla değil, kadınlık gururunla yanıtlamayı tercih ettin; hatırla bak, o gün neler konuştunuz: “Ne yapmamı bekliyorsun?” “İyi düşünmeni!..  Ben genci tanıyorum İşvenaz… Karakterleriniz uyuşmaz, siz mutlu olamazsınız!..  Mutluluğu ararken benliğinizin karardığını, parçalandığını görürseniz ne yaparsınız, sonra? Ben senin, inan bana sadece senin mutlu olmanı istiyorum!..” “Sadece benim mutlu olabileceğime inanıyorsan, yanılıyorsun!.. Benim mutluluk için bir erkeğe ihtiyacım vardı ve onu buldum… Anlıyor musun, onu buldum ve evleniyorum işte!..” “Niçin öfkeleniyorsun öyleyse, mutluluğu bulan insan öfke seline mi kapılır?..” “Sen öfkelendiriyorsun beni! … Git, başımdan, git, lütfen!..”

Bak, görüyor musun işvenaz, kadınlar, yapmak istemeyip de yaptıkları, söylemek istemeyip de söyledikleri yalanlar üzerine kurulan nice hayatların basınçlı camlar gibi dağıldığını görüyor da yine vazgeçmiyorlar bu huylarından… Bir kez daha gitti delikanlı senin yanından çaresiz, senin çaresizliğini ve acılarına da alarak yanına. O yalnız kalmıştı, içi kalabalıktı, sen kalabalıklar içindeydin, için ıssız… Olması gereken bu muydu, işvenaz?

O gece neden ağladın sabaha kadar, sonra da ağladığın geceler oldu… Bundan sonra da ağlayacaksın… Kurşun gibi ağır gözyaşların hep içine akacak, durmadan daha da ağırlaşarak… Acıların tutsak olduğu içinden hiçbir duyguyu dışına taşırmak istemeyen ve bütün kâinatı yüklenmek yolunda olan delikanlı ise hiç ağlamadı ve ağlamayacak, biliyor musun!.. Kâinatın bilinmez ufuklarına rota çizdi gitti, gidiyor… Sen hâlâ aynı yerde duruyorsun…

***

Hani o en mutlu gününüzde hep birlikte gülüp eğlenmiş, kendinizden geçip geçen vaktin farkına varamamıştınız… Benimle karşılaştığın o günden sonra hayatının ilk kahkahalarını o gün, kendi düğününde kanatlandırmıştın… Herkes senin mutluluktan uçtuğunu görüyordu, onlar görüyor diye daha da mutlu görünüyordun… Her kahkahadan sonra yeni hayatının ayrılmaz parçası bir öpücük konduruyordu yanağına; nazikçe, yumuşacık, sıcacık… Senin kahkahaların da kalp atışların gibiydi… Gecenin koynuna girdiğinizde kendini bıraktığın, benliğinin üstü tecrübeleri kadar çok örtüyle örtülü, kızgın haz çölünde küçüle küçüle sinirlerden örülmüş ufacık bir hayvana dönüşmüş eşinin kollarında, iki gönül arasına boydan boya gerilmiş renksiz bir çarşafın birleşmeyi bulandıran, araya takılıp ruhu geren yapısı ile sıcaklığın teni titreten hazları arasında asılı kalan bir varlığın ruh hâlini yaşıyordun… Sonra, rahatlayıp kesintisiz bir uykuya dalan o adamın yanında, senin gözlerin sabaha kadar tavanda, duvarların birleşme noktalarında, kararmış perdelerde dolaştı durdu, daldı;  kayan gözlerinde seyirdi, saliseler… Bu gece boyu neler düşündüğünü kimseye, kendine bile, anlatmadın, anlatmayacaksın!..

  ***

Herkes mutlu olduğunuzu düşünüyordu… Dost ziyaretlerine katılıyor, gezip tozup eğleniyordunuz… Kocan, kendi ortamına, çevresinin uçuk kaçık kahkahalar gibi yaşantısına ters, filozof ağırlığı taşıyan senin ciddi, ağırbaşlı hâlini değiştirmeye çalışıyor, fakat senin sadece vücudunu anlayabilecek, ötesine geçemeyecek, derinliğine inemeyecek biri olduğundan, bu yöndeki çabaları aradaki mesafeyi daha da artırıyordu. Sen ise bazen, artık bu hayatı sürdürmek zorunda olduğunun bilinciyle kendini kocana hazırlıyor, aradaki soğukluğu gidermeye çalışıyordun; fakat muhakkak bir aksilik çıkıyor, ya kocanın ceketinde uyuklayan uzun bir saç bütün ümitlerine, hayallerine yıldırımlar salıyor, hepsini darmadağın, paramparça edip tartışma, kavga bahaneleri olarak evin dört bir yanına savuruyor, ya sebepsiz (!) bir sıkıntı aranıza girip ümitlerini kırıyor ya da şeytan (!) aranıza şüphe kadınlarını sokuşturuyordu… Olsun istiyordun, çok istiyordun; ama olmuyor, bir türlü olmuyordu işte; yine de ümitliydin, olacaktı, hamileydin çünkü…

“Hele yavrucağım bir gelsin dünyaya, o zaman her şey düzelecek; ikimiz yavrumuzla birbirimize bağlanacağız!.. Benden bir can gelecek ve ben o can için yaşayacağım!.. O benim sebebim, mutluluğum, anlamım olacak!.. Onu yetiştireceğim kendi yerime; o benim yerime yaşayacak!.. O yaşadıkça ben mutlu olacağım!.. Her şey yoluna girecek o zaman, her şey!..” diye düşünüp, çifte doğum gününü sabırsızlıkla bekliyordun, işvenaz… Şimdi hüzün bulutlarıyla kuşatılmış o güzel gözlerinde o zaman, uzak yıldızlar nasıl da göz kırpıp duruyorlardı.

***

Hani o güne, yeniden doğmayı beklediğin o güne, çifte doğum gününe, kavuştuğunda, seni doğum odasına aldıklarında annen, baban, kız kardeşin, kayınpederin, kayınvaliden ve kocan bekleme salonunda o müjdeyi sabırsızlıkla beklediğinde… Çocuğunun müstakbel babası bir yandan sigarasını derin derin emerken, bir yandan bir o yana, bir bu yana volta atıp duruyorken, “Oğlum olacak, aslan gibi bir oğlum olacak!..” derken baldızına, bütün gözler tuhaf bir şey söylemiş gibi onun üzerinde toplandığında… Kapı açıldığında, hemşire sevinçle dışarı çıktığında… Bütün bekleşenler ona yönelmişken o, kalabalığın arkasına düşmüş yalnız başına bekleyen, tıraşsız yüzünde küçük gözleri sabit duran adama doğru yöneldiğinde… Sen canından can gider gibi görünürken canından can getiriyordun dünyaya!..

Hani o adam daha bir doğrulup kendisine çekidüzen verdiğinde, hemşire çığlık atar gibi bir sesle “Müjde efendim, üçüzünüz oldu!..” deyince adam ne dediğini anlamamış gibi yüzüne anlamsızca bakakaldığında, hemşire, adamı çok iyi tanıdığı halde “Siz… Siz Aynur Hanım’ın beyi değil misiniz?” diye sorunca adam fısıltı gibi sesiyle “Evet!” dediği hâlde yüzünde ve bakışlarında bir değişiklik olmadan sırtına dokunulmuş balık gibi hızla dış kapıya doğru yürümeye başladığında, onları seyredenler tekrar yüzlerini doğumhanenin kapısına döndüğünde… Sen bıçak bıçak saplanan sancılarla çırpınıyordun kavuşmak için mini minnacık çığlığa…

Hani kapının yanı başında oturan üç kadın dedikodu yapıyorken, hemen önlerinde, üç adım öteden, üç adım beriden sınır ve sinir çizdiği mesafede genç bir adam oturanlara paralel volta atıyorken, karşılarına düşen duvara yaslanmış kırk yaşlarında bir adam, sigara ağzında, sağına, soluna bakınıp duruyorken, üç dört metre sağında duran bir genç, elleri cebinde, sağ ayağıyla yere şekiller çizerken, sol çaprazına düşen genç bir kız bulanık gözleriyle, onun ayağıyla yazdıklarını okumaya çalışıyormuş gibiyken ve diğerleri, hepsi, doğum sancısı çeken annenin kalbinin yeni can çığlığıyla aydınlandığı müjdesini bekliyorken, kapı açıldığında, hemşire içeriden çıktığında, sizinkilere “Gözünüz aydın olsun!.. Bir kızınız oldu!..” deyip aynı seri adımlarıyla uzaklaşınca baba’nın elinde kalan para kendisini ilk tebrik eden baldızının elinde kaldı diye kahkahaları birbirine sarıla sarıla uzaklaşırken… Sen mutluluğu kucağına aldığında olacakları bilmiyordun…

***

Hani babası, kızını donmuş gözleriyle uzun uzun seyrettikten sonra hiç konuşmadan çıkıp gitmiş ve gece geç vakitlerde körkütük sarhoş dönmüştü eve… Her şeyin düzeleceği ümidiyle bu günlere zamanı adeta ite ite getirmiş olan sen, kocanın, yani babasının, kızınıza bakan gözlerini görür görmez yeni günlere uğursuz nefeslerin hâkim olacağını ve yavrucağından başka bütün gözlere gözlerini kapatman gerektiğini anlamıştın… Küçük canın, yavrucağın da karanlıklardan başka hiçbir şeyi göremiyordu… Bundan böyle cahillerin suçlayıcı bakışlarından uzak saflığın canlılığına bakacak ve bütün annelerin sağlıklı çocuklarına bağlandıkları sevgiden aşkın bir sevgiyle, teslimiyetle yaralı kaderinin can damarı olacak, ruhunu ruhunda yaşatacaktın…

Hani kocan, çocuğunun babası telaşa kapılmıştı, korkuyordu… Uydurduğu sözde dertlerini anlatıp rahatlayacağı eski dostlarıyla sık sık buluşmaya, eve daha çok sarhoş dönmeye, zamanla eski alışkanlıklarıyla oyalanmaya ve nihâyet, eski tecrübelerinin kucağında yeni hayaller kurmaya ve yataklarında yatmaya, uyumaya başlamıştı…

 Şimdi sen işvenaz, eski tecrübelerin, yaşanıp yitmiş eski hayat parçaları olduğunu düşünmekle ne kadar yanıldığını çok iyi öğrendin; ama tecavüzüne bilmeden geçit verdiğin o yabancı tecrübeler senin içinde ölü bir bebek gibi çürüyordu, ruhunun zehirlenmemesi için gönlünde çürüyen bebeği aldırman gerektiğine karar verdin ve hayatına kirli, zehirli geçmişiyle giren kocanı çıkardın hayatından… İlk gece gibiydi bu gece de, uykusuz uzandın yatağında, sabaha kadar… Dağınık geçmişinde gezindin durdun… Gözleri kapalı yavrucağının yanında gözlerin geçmişin bir o bir bu hatırasında dolaştı durdu, ağladın sabaha kadar sessizce ağladın, “yaralı” serçeni uyandırmadan…

Şimdi sen İşvenaz, sabâ rüzgârlarının latif kanatlarına binmiş sabah ezanları tabiatın üzerinde süzülürken kızarmış, ıslak gözlerinle, uyurken âmâ olmayan çocuklardan farkı bulunmayan kızının derin, masum, lekesiz, manevi yüzünü seyre dalmış, geleceğine dair hayaller kuruyorsun… Doktorların “kan uyuşmazlığı” dediği şeyin ötesinde, daha derinlerde bir şeylerin olduğu hissini, bazen kendi varlığından daha da kuvvetle taşıyorsun benliğinde… Belki “gönül uyuşmazlığı” gibi daha kapsamlı ve anlayabileceğin bir ifadeyi kullanmaları gerekiyordu; çünkü sen, ilk günden beri bu uyuşmazlığın ihtarını varlığının bütün zerrelerinde taşıyordun; ama bunu kavrayacak bilincin yoktu, şimdi de söyleyecek cesaretin yok… Kat kat acıları yüklenen yüreğinin, bütün kâinatı içine alacak kadar büyüdüğünü hissediyorsun ve sadece sana ait hakikat sırrını ifşa etmenin ihanet olduğunu düşündüğün için susuyorsun!..

***

Sana bizimle ilgili en önemli sırrımı vereyim mi sevgili okur?
Benim adım çonamtika, ben kabilenin ormanlara gömülü hayatlara mahkum etmek için uydurduğu töreye gözlerini kör eden şimaltika ile çocacanın oğluyum; görüyorum.

Senin adın işvenaz, sen kendi gerçekliğine imkân vermeyen şehrin renkli töresine aldanarak çocuğunu kör etmiş birisin; görmüyorsun!..

 

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.