ALTIN KALPLİ ADAMIN KALBİNİ ÇALDILAR
Adam kahveye geldi, masasına oturdu, her zaman aynı masaya otururdu. Kim olduğunu bilmeseler, kendisini pek tanımasalar da kahvedekiler, bu yitik gözlü adamı sayarlardı, kimse onun masasına oturmazdı. O hep yalnız otururdu, yine yalnız oturdu. Çayı geldi, çayından bir yudum aldı, uzaklara bakakaldı, çayından bir yudum daha aldı, yine uzaklara dalıp gitti. Geçmişe mi geleceğe mi, hangi uzaklara dalıp gittiği bilinmezdi; ama uzaklara gidip geldiği, bilinmeyen uzaklarda yaşadığı gözlerinden belliydi.
Altın kalpli adamsa hep yere bakardı, toprağa derin derin bakarak çay içerdi; ama yitik gözlü adam geldiğinden beri dalgın gözlerle onu seyrediyordu. Çaycı, altın kalpli adamın kulağına eğildi “Depremde her şeyini yitirmiş.” dedi. Altın kalpli adam, duymamış gibi tepkisiz kaldı. Sonra konuşmaya başladı. Eşyanın ötesine bakar gibi konuşuyordu:
“Ölüm gelince bize, gelenler hiç gelmedikleri kadar kalabalık gelecekler ve bizi önce toprağa, sonra içlerine gömecekler. Aynı kalabalık içinde ama daha yalnız dönecekler kendi dünyalarına. Gün gelecek bizi toprağımız kadar bile görmez olacaklar.” dedi ve sustu…
Deli, altın kalpli adamın yanındaki sandalyeye oturmuştu. Hemen söze girdi:
“Senin kalbin normal değil, altından, bunu herkes bilecek, o gün herkes sana değil, senin altın kalbine gelecek.” dedi.
Bu deli de hep şifreli konuşuyor, dedi, mahallenin hocası. Herkes deliye güldü, deli de gülüyordu deli deli. Altın kalpli adamın gözleri yine toprağa düştü, gözlerinde asma yapraklarının gölgesi vardı, ayağa kalktı, asma yaprakları arasından sarkan salkımdan bir üzüm tanesini aldı, ağzına attı. Deli de ayağa kalktı, o da asmadan bir tane kopardı ve ağzına attı, sırıttı, ciddi bir yüzle mekânı terk eden adamın ardından o da terk etti mekânı.
Çaycı girdi mekâna, herkesin çayını verdi. Herkes çayını yudumluyordu. Kimi konuşuyor, kimi dinliyor, kimi de sadece susuyordu. Televizyondakiler durmadan konuşuyorlardı. Onlar çay içmiyor, dinlemiyor, herkesten çok konuşuyorlardı ve herkes onları herkesten çok dinliyordu.
Kimseyi dinlemek istemeyen yitik gözlü adam, kalktı masasından, kapıya yöneldi, herkes onu gördü, o kimseyi görmedi. Kimsenin kendisini görüp görmediğini de düşünmüyordu. Kapıdan çıktı, köşeyi döndü, kayboldu. Şimdi gerçekten kimse onu görmüyordu. Yürüdü, yürüdü… Bütün evleri geçti, yokuşu tırmandı, bir mezarlığa vardı, ölü topraklarını dolana dolana yürüdü, taze bir servi yanında durdu, sonra yaslandı serviye, kollarını yana saldı, öylece kalakaldı, düşündü, düşündü…
Ufuk alev alevdi, alevler güneşe doğru yükseliyor, güneş yavaş yavaş alevlerin içine iniyordu, “Güneş, toprağa gömülen ölüler gibi!” diye mırıldandı. Doğruldu, dimdik durdu birkaç saniye, sağına döndü, çıktı mezarlıktan, yürüdü, yürüdü tekrar geldiği yöne doğru…
Deli ile karşılaştı. Deli “Selamün aleyküm, yabancı!” dedi, deli deli gülüyordu. O da onun deliliğine güldü: “Ne yabancısı arkadaş? Demin aynı yerde oturmamış mıydık? Hep aynı yerlerde karşılaşmıyor muyuz?” diye akıllıca cevapladı, yitik gözlü adam. Deli, “Evet, demin beraberdik.” dedi, “Bak” dedi, “Sana bir sır vereceğim.” “Sen demin dedin ya, o gerçekten demindi. Demine ait ne varsa hepsi deminde kaldı.” Bunu söylerken gözlerini kocaman açmış, adamın gözlerinin içine bakıyor ve ağzının içine üfler gibi konuşuyordu. Döndü gelen adama doğru koşarak bağırmaya başladı: “İşte altın kalpli adam geliyor! Altın kalpli adamın kalbi gerçek altın, gerçekten altın, bunu herkes bilecek…
Yitik gözlü adam kendisine doğru gelmekte olan altın kalpli adama doğru yürüdü. Başıyla selam verdi ve geçti gitti.
***
Altın kalpli adam, eşinin gözlerinin içine baktı, derinlerde gözlerinin semasına doğru ağan eleğimsağmalı köpükten baloncukları gördü. Kendi gözlerinde de aynı tabiat olayının yaşandığını hissediyordu. O doğanın parçası değildi, doğa onun parçasıydı. İçinde bulundukları doğadan daha büyük, daha geniş, daha canlı bir doğa vardı içlerinde. Her şeyi kuşatan onlardı sanki. Eşinin elini tuttu: “Tam beş yıl oldu, güneşim oldun, gecemin mehtabı oldun!.. Hayatımı bereketlendiren, karım oldun, yazgımın neşesi!.. Ben sana ne olabildim, bilmiyorum. Haydi söyle sevgilim, ben senin neyin oldum?”
Kadının gözlerinin içi gülüyordu; ama iki dudağının, ağzının içine doğru kıvrılan uç kısmında hüzün gölgeleri vardı. Bir müddet daha sustuktan sonra “Mutluyum!..” dedi. “Dünyanın etrafında dolanıp duran ay kadar mutlu!..” Kocasının gözlerinin içine derin derin baktı kadın ve “ama yalnız!..” diye ekledi.
Çocuk için tedavi görüyorlardı. Doktorlar hep umut veriyorlardı. Önce inanmak istiyorlar, sonra inanıyorlar, daha sonra da hüsrana uğruyorlardı. Şimdi daha çok inanmışlardı, daha çok hüsrana uğramaktan korkuyorlardı. Bu konuyu kendi aralarında pek konuşmuyorlardı. Korkularını içlerinde bir yerlerde saklamaya çalışarak mutluluk oyunlarına devam ediyorlardı. Hayat zaten hep oyundu. Her gün oyunun başka bir bölümünü oynuyorlardı; ama kadın içinde bir yanardağ gizliyordu ve adam onun patlamasından korkuyordu.
***
Adam düşünceliydi, kendini yorgun hissediyordu. Esmer, eli nasırlı, şişman karısı sofrasını hazırlamıştı. Çevrelerinde pek kimseleri yoktu. Fakirdiler. Elde ettiklerini eldekine ekleyemeden yaşamışlardı hep. Adam mutluydu, kadın mutsuz.
Adam çorbasından bir kaşık aldı, karısı ağzındaki son lokmayla sofradan kalktı, mutfağa gitti. Adam çorbasından bir kaşık daha aldı, kadın mutfakta başladığı cümlesini adamın yanında bitirdi. Adam sözün içeride kalan kısmını duymamıştı; ama duymasına da gerek yoktu, ezberlemişti:
“Senin için altın kalpli adam diyorlar; ama çevrende kimse yok!” “Senin sadece, cenazen kalabalık olacak, ben de bununla övüneceğim! Benim kocamın cenazesi çok kalabalıktı!” “ İyi kalpli Adam! Adam gibi Adamdı!..” “Karnımız zor doyuyor. Evimize kimse gelip gitmiyor! Hiç kimseye, hiçbir yere gidemiyoruz!..”
Adam defalarca duyduğu bu sözleri düşünüyordu. Karısı tekrar sofraya oturdu:
“Adam!.. Dayanamıyorum artık. Ne olur anla beni! Artık, annem babam, kardeşlerim de gelmiyor!.. Evet, sen gerçekten, altın kalpli adamsın; ama ben artık senin altın kalpli olmanı istemiyorum! Biraz kötü olsan, biraz günahkâr olsan ne olur?
Adam, çorbasını bitirdi. Acı acı gülümsedi. Karısının gözlerinin içine baktı:
“Seni annenin yanına göndereyim, biraz orada kal… Ben biraz yalnız kalıp içimdeki adamı söküp atmaya çalışayım. Sen de biraz olsun rahatlamış olursun.”
“Gidiyorum zaten; ama biraz değil, tamamen!”
***
Adam, cami önündeki gruba selam verdi, camiye girdi. İmama uydu, namaza durdu. Sağındaki solundaki melekleri selamladıktan sonra camiden çıktı. Cami önündeki başka bir gruba da selam verdikten sonra evin yolunu tuttu. Yolda, tanıdığı bir çocuğun saçını okşadı, çocuk adamın yüzüne bile bakmadı. Adam üzüldü ama kimse farkına varmadı.
Kapının zilini çalacak gibi oldu, cebinden anahtarını çıkardı, kapıyı açtı, içeri girdi, yavaşça kapadı kapıyı. Ceketini çıkarıp astı. Oturma odasına geçti. Televizyonu açmadı. Kitabını aldı, açıp okumadı. Koltukta oturdu, oturdu, kalktı, kitabı yerine koydu. Yatak odasına geçti. Yatak örtüsünü açtı, geçti camın kenarındaki koltuğa oturdu. Döndü yatağına baktı, baktı… Artık, yatakları değildi. Yatak, sadece kendisinindi. Kendi yatağında kendini eksik hissederek uykuya sığınıyordu uzun zamandan beri…
***
Adam erkenden uyandı, perdeyi açtı, dışarıya baktı, yolda yürüyen birkaç kişi vardı, yalnız yürüyorlardı, kim bilir içlerinde ne kalabalıklar taşıyorlardı, kimse onu fark etmiyordu; ama o içindeki kalabalığa da katlanamıyordu, ayakları altında ezilecek gibi oluyor, ruhu daralıyor, boğuluyordu. Karısı kaçıp gittiğinden beri herkesten kaçıyordu; ama kendinden kaçamıyor, kurtulamıyordu. Tülü kapattı, içinden çıktığı yatağına baktı, düzeltmesem de olur diye düşündü, odadan çıktı. Mutfağa girdi. Eline çaydanlığı aldı, tekrar yerine bıraktı. Mutfaktan çıktı, ceketini alıp dışarı saldı kendini. Yürüdü. Kahvaltısını bir simit bir çayla işyerinde yapacaktı, olmadı: Damarını koca bir taş tıkamıştı, taş büyüdü, kocaman bir kaya olup ciğerini tıkadı, adım atamadı, dizlerinin üzerine çöktü, yere devrildi, çırpınmaya başladı.
Deli peşine takılmıştı, yerde çırpınan adamın etrafında bir iki döndü, bir kanadı kırılmış kuş gibiydi kolları, o da çaresizce çırpınıyordu, sonra koşmaya başladı, bağırıyordu:
“Adam ölüyor! Gerçek altın kalpli adam ölüyor!”
***
Adamı hastaneye yetiştirdiler. Doktorlar gerçek altından kalbi olan adamı kurtaramadılar.
Adamın cenazesine büyük bir kalabalık katıldı. Defin işlemi bittiğinde güneş tepeyi aşmak üzereydi. Herkes dağıldı. Yalnız deli, mezarlığın başında bekliyordu. Hava iyice kararınca o da ayrıldı mezarlıktan. Kadın evinin penceresinden yaşlı gözlerle mezarlığa doğru bakıyordu. Evleri mezarlığa çok uzaktı; ama sanki gözleri hiç olmadığı kadar keskinleşmişti. İnsan siluetlerini görüyor gibiydi, sanki mezarlığın etrafında dolanıp duruyorlardı. Bu bir göz yanılgısı olmalı, gece vakti insanların mezarlıkta ne işi olabilir, diye düşündü; ama içi iyice daralmıştı. Kimseye bir şey söyleyemedi. Odasına geçti, yatağına girdi. Yorganına iyice gömüldüğü yatağı içinde uyuyakalıncaya kadar ağladı.
Sabah daha güneş uyanmadan deli uyanmış ve mezarlığa gitmişti. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu deli, bağıra bağıra bütün sokakları dolaşıyordu, delinin sesini kadın da duydu: “Hırsızlar, altın kalpli adamın mezarını açtılar! Altın kalpli adamın kalbini çaldı, hırsızlar!”
Herkes mezarlığa doğru koşmaya başladı. Altın kalpli adamın mezarına gelen dilini yutacak gibi oluyordu. Gerçekten altın kalpli adamın mezarı açılmıştı. Beyaz kefenin göğüs kısmı kıpkırmızı ve yırtıktı. Hırsızlar gerçekten altın kalpli adamın kalbini çalmışlardı.