ÖĞRETMENİN VEDASI
Çok değerli öğrencilerim;
Öncülerin, ellerindeki ahlak kitaplarıyla “öteki”lerin hatalarını bulmaya, onları yıkmaya ya da düzeltmeye, ahlak abidelerine dönüştürmeye veya cehenneme yollamaya, sahip olduklarıyla herkese ve her şeye hâkim olmaya çalışırken, nereye ve nelere bastıklarını bile göremeyecek kadar kendilerinden gafil oldukları, herkesi suladıkları/yıkadıkları sözlerinin kendi köklerine, damarlarına uğramadığı bir çağın çocukları;
Sizler kendinize yeni bir dünya kurmak için geldiğiniz bir eğitim yuvasından, içinde şeytanlarla meleklerin birbiriyle dans ettiği damarların kuşattığı bedenlerinizle, yan yana ama birbirini görmeyen ya da kendi için gören bedenler arasına katılacaksınız.
Bizi ezelden kardeş kılıp bir çağda, bir yurtta, bir yuvada… buluşturan, Sevgili Elçi’sinin ümmeti içinde hesapsız kitapsız, menfaatten uzak bir dille birbirimize muhatap kılan Yüce Yaratıcı’mıza canıgönülden hamdüsenalar olsun!
Sizleri Âlemlerin Rabbi’nin selamıyla selamlıyorum ve hepinize esenlikler diliyorum.
Sözlerim önce kendime; sonra kendim gibi bildiklerime, beni kendinden bilenlere:
Ömürler geldi geçiyor.
“Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olma” yolunda neredeydik, nereye geldik, nereye gidiyoruz?
Niyetlerimiz, hayallerimiz, düşüncelerimiz, eylemlerimiz karanlık sularda bir parlayıp bir kaybolan balıklar gibi…
Kaderimiz, kelimelerimizle kuşatılmış, ömrümüzün her anı konuşmakla geçiyor:
Düşünüyoruz: Sessiz kelimelerle kendi kendimize konuşuyoruz.
Konuşuyoruz: Düşüncelerimiz sesleri kuşanıp meydana iniyor.
Uyuyoruz: Kelimelerimiz rüya diline bürünüyor.
İnsan konuşma yeteneğiyle diğer canlılardan üstün yaratılmıştır; ancak kimi bütün kâinatı kuşatacak kadar hür, sırlarla arkadaş olacak kadar derin kelimelerle düşünür, kimi içine girdiği karanlık tünelindeki ateş böceklerini saymakla ömür tüketir.
Kimi hep eleştirir: İçimizde ne kadar büyük iyilikler taşırsak taşıyalım hep eleştirirsek, öldüğümüzde içimizdeki iyiliklerle gömülürüz ve geriye sadece o eleştirdiğimiz yanlışlar, çirkinlikler, kötülükler kalır, terekemiz olarak.
Kimi hiç eleştirmez: Ne kadar hoşgörülü olursak olalım akıl-gönül ikliminde tezatları birlikte, uyum içinde yaşatmak muhal olduğuna göre öldüğümüzde ikiyüzlülüğümüzle ölmüş oluruz ve geriye ikiyüzlü tanıklarımız kalır, ardımızda.
Kimi yerine, adamına göre davranır: Yerine, adamına göre davranırsak yerine adamına göre davranılmak kaderimiz olur ve öldüğümüzde meleklerin gül kokulu kalemleriyle yazılmış biyografimizin satır aralarında şeytanların irinle yazılmış dipnotlarını okur varislerimiz.
Kimi ise başarır ya da başaramaz ama sadece Allah için, adalet için konuşur: Mümkün olduğunca böyle olabilene ne mutlu!..
Öğretmenim/hocam diye hitap ettiğiniz bu adamın son dersinde ne söylemek isteyeceğini merak ederseniz;
Bizi “en güzel biçimde yaratan” Yüce Yaratıcımızın emaneti insanlığımızı “aşağıların aşağısı”na düşürmeme yükümlüğümüzün olduğunu,
iman etmenin bir ve son kerecik olmadığını,
yaşamanın sürekli iman tazelemek olduğunu,
gerçeği kitaplarda ararken “kendimize dışımızdan, dışımızdakilere de içimizden bakmayı” öğrenmemişsek gerçeği bulamayacağımızı ya da bulduğumuzun asıl-ulaşılması gereken gerçek olamayacağını,
dışımıza doğru ne kadar muhteşem açılımlar yaparsak yapalım, bütün varlık âlemini kuşatan içimizdeki dünyayı kaybedersek, uzayın derinliklerinde gövdesi kopmuş kartal kanatları gibi muhteşem ama yalancı bir gerçekle kendimizi aldatmış olacağımızı…
Sözün özü: İşte geldik, gidiyoruz sevgili canlar;
Önce zatımıza hoşça bakalım, sonra âleme; çünkü biz, “zübde-i âlem”iz!