İki Rüya Arasında Bir Ömür
Sabah, namazdan sonra, uykumu alamadığımı düşünerek tekrar yatağa girdim ama bir türlü uyuyamadım, düşünüp duruyor ve uyuyamıyordum ya da uyuyamadığım için düşünüp duruyordum, tekrar kalktım, unutmak istemediğim bir düşüncemi not ettim, tekrar yattım, birkaç dakika da olsa uyumak istiyordum ama nafile…
Bir ara, hayalin rüya eşiğinde, uyku ile uyanıklık, düşünce ile rüya arasında ya da bir anda dalıp çıktığım uyku içinde gördüğüm-yaşadığım mücessem bir hayal ya da anlık bir rüya: … yan yana asansörlerin bulunduğu bir yere gelir gelmez kapısı açılan ortadakine, bekleyen tek kişiyle birlikte biniyorum. Hareket ettikten sonra o, yanlış asansöre binmişiz diyor; durmayacak ve daha yükseğe çıkacağız diye düşünüyorum. Henüz birkaç kat çıkmadan duruyor ve yatay hareket ediyor… Daha yeni bir binaya geçtik diyorum, ayaklarımız yere çok yakın ve değmeden ayakta kayar-uçar gibi ilerliyoruz, onunla yüz yüze duruyoruz, onun yüzü bana, benim sırtım gittiğimiz yöne dönük… Çarpma endişesi ve nasıl olsa o görüyor, uyarır rahatlığı… Loş bölmelerden, koridorlardan geçtikten sonra, içinde ayakta insanların, çoğu genç kızların, bulunduğu hastane ya da iş yeri lobisi gibi geniş bir salona giriyoruz, duvarsız, boydan boya cam kaplama, durmuyoruz, o camdan da geçiyoruz, bir iki metre ileride hızımız kesilince yüksekte olduğumuzu ve düşeceğimizi anlıyorum, o anda ağır çekime alınmış film gibi yavaşlıyor her şey… İçerideki birkaç silüeti görüyor, çığlıklar duyuyorum… Aynı şekilde, ayakta durduğum gibi, düşmekteyim… Yere çakılmadan ayaklarımın üzerinde durabilme düşünce ve iç çabası-hazırlığı içinde, tam, yere çakılacağım anda… Uyanıyorum (22.11.2019)
Bu rüyanın etkisiyle tekrar hatırladığım, gençliğimin ilk yıllarında gördüğüm bir rüyada, bulutların arasından birkaç adım atarak yeryüzüne inmiştim… Bu, hayatın azade, hür, uçarı, ayakları yere basmayan çocukluk evresinden gençliğin tehlikeli, gizemli ve ufukları gözleyen ve sonrasının katı, kapalı, toprağa bağlı gerçeklik zeminine geçişi mi, Kalubela’dan dünyaya gelişi mi simgeliyordu, bilmiyorum…
Bu rüya ise o rüyanın devamı gibi: Asansöre binen ikinci adam da aslında benim… İkisi, benim iki yüzüm: Sırtı dönük ilerleyen özüm, asıl gerçekliğim, olmak istediklerim; yüzü bana dönük olan ise hayata yansıyan yüzüm, ete kemiğe bürünmüş varlığım, olabildiklerim… Bakar gözlerimiz, tutar ellerimizle, yürür ayaklarımızla hayatımızı kendimiz kuruyoruz, ideallerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz; ama tam olarak gitmek istediğimiz yere varamıyoruz hiçbir zaman, bütün hayatımız aslında varış yolu serüvenlerimiz… Bina, katlar, bölmeler, koridorlar, salonlar dünya sahneleri… Bina sonunda varıp kırmadan ötesine geçtiğimiz cam; hayatla ölüm arasındaki ince, şeffaf perde… Gözlerimizin ışıltısı gibi geçiyoruz öbür tarafa ve bir anda gözlerimiz gibi boş kalıyor bedenlerimiz… Hayatın ölüm tarafına geçtiğinde uzaktan bakan her göz sende her şeyi aynı görüyor ama sen artık içinde değilsin eski varlığının… Elbiseni bir başkasına giydirseler de sandığa koyup saklasalar da yakıp yok etseler, toprağa gömseler de hiçbir şey eksilmiyor senden; içine yüklediğin neyin varsa alıp yanına, gidiyorsun her nereye nasıl gidiyorsan…
Kalan her şey bir anda eskidi senin için, onlar için daha yavaş eskiyor… Senden kendilerine yaşam payı katmış olan kim varsa sadece onlar direniyor, direnebildikleri kadar ve onlar da kaderin girdabında, içlerinden ağır ağır, burgu burgu çekildiğini bile unutuyor, sana ait ne varsa… Seni ancak kitap satırlarındaki kadar hissedebiliyorlar… Hissettikleri de sen değilsin artık, kendi kaderleri…