İDEAL ÜLKE YOLCULUĞU

İDEAL ÜLKE YOLCULUĞU

Durakta uzun bir müddet bekledikten sonra sıra bana geldi nihayet. Hızlı heyecanlı, kapıyı açıp koltuğa oturdum ve otoriter bir edayla rotayı belirttim.
“İdeal Belde…”
Dikiz aynasından taksicinin gözlerindeki şeytani gülümseme gözüme çarpınca içimde dibi olmayan bir kuyu açılmış gibi bir duyguya düştüm. Daha kararlı ve daha yüksek tonla tekrarladım:
“İdeal Belde’ye gidiyoruz.”
“Efendim, oraya gidebileceğinizi sanmıyorum.”
“Anlayamadım!”
“…”
“Ben öyleyse başkasına bineyim.”
Yanıt vermeden hareket etti. Bir müddet suskunca devam ettikten sonra dikiz aynasından yine aynı şeytani gülümsemeyle gözlerimin içine baktı ve çok ciddi bir edayla:
“Siz kime binerseniz binin İdeal Belde’ye gidemezsiniz, beyim. Yolu en iyi bilen benim. Sizi istediğiniz yere en iyi götürecek olan da benim. Sizi İdeal Belde’ye götüreceğimden hiç şüpheniz olmasın… Sizi Belde kapısına bırakacağım; ama siz İdeal Belde’ye giremeyeceksiniz.”
“Benimle ilgili çok emin konuşuyorsunuz bayım; ama şunu bilmelisiniz ki kendini bilmeyenlerin başkasını bilmesi mümkün değil.”
Bu sözü söylerken dikiz aynasından taksicinin gözlerinin içine bakıyordum; sanırım bu sefer de o, dipsiz bir kuyuya düşer gibi olmuştu.
İçimde şüphe korku bulamacı bir duyguyla, tanımadığım bu garip şoförün kılavuzluğunda yola girmiş olduk, böylece.
Babam hep “Yola girmek kadar, yola kiminle girdiğin de önemlidir!” derdi.
Çok katlı, çok pencereli, pencereleri hep birbirini gözetleyen, kimi taş kimi cam cepheli binaların arasından; eski yeni, ucuz pahalı, yüksek alçak arabaların yanından geçtik…
Beyaz, sarı, siyah, kızıl bedenler yanımızdan kayıp giderken esmer, sarışın, kumral yüzler, bela gözler, kızıl şerbet dudaklar, kıvırcık, dalgalı, ılık saçlar, taze, yorgun, canlı cansız nefesler… Yaşlı genç ömürler nasıl da hızlı geçiyor, her yanımızdan?
Sarışın güzel bir kızın yanından geçerken kolundaki çirkin, esmer delikanlı bana yine babamın sözünü hatırlattı: “Yola girmek kadar, yola kiminle girdiğin de önemlidir!”
Sanki bile isteye hatırlamışım gibi pişmanlık duydum. Sonra da, insanların tipleri değil, kalpleri önemlidir, diye kendi kendime açıklama getirdim.
Ben hep böyle düşünürdüm de neden güzelin yanındaki çirkini görünce bu sözü hatırlamıştım.
Tuhaf bir yakalanmışlık duygusuyla gözlerimi dikiz aynasına kaldırdım: Yine o şeytani gülümseme… İçimden geçenleri biliyor değil ya! Gülümsüyor işte! Adam, insan canlısı…
“İnsan canlısı?”
Ne tuhaf bir dilimiz var. “İnsan ölüsü”nün zıt anlamlısı neden değil bu söz?
Cana yakın, sıcak kanlı, dosta düşkün…  “düşkün”, “dost” ile bağdaştırılınca olumlu bir anlam kazanıyor. “kanlı” birbirine zıt anlamları taşıyabiliyor.
Her şey neye bağlandığına bağlı, yani sarışın kızın kiminle arkadaş olduğuna, “Yola kiminle girdiğin…”e. Neden aklıma pelesenk oldu bu söz: “Yola girmek kadar, yola kiminle girdiğin de önemlidir!”

Şoförün yoldan saptığını fark ettim:
“Kaptan nereye gidiyoruz?”
“İdeal Belde’ye beyim… Sizin istediğiniz yere; ama konaklamalıyız bir zaman. Tehlikeli vakitlerdeyiz, yollar tekin değil… Havada savaş, toprakta kan kokusu var, beyim… Zamane Beldesi’nden istediğimiz gibi geçip gidemeyiz.”
“Beni vakti çok, karnı tok, ipsiz sapsız ya da ipi nefsinin sapına bağlı, hesapsız kitapsız biri mi sandınız?”
“Merak etmeyin efendim, hiçbir şeyin hesabını yapmak zorunda kalmayacaksınız. Hem bizim kaderimiz böyle yazılmış, istemesek de burada kalmak zorundayız.”
“Hiçbir şeyin hesabını yapmak zorunda kalmayacağım ama burada kalmak zorundayım. Yani irademi, yapmak zorunda kalacağım iradem dışı eylemler için kullanacağım.”
Sustuk… Bir müddet daha devam ettikten sonra Selçuklu-Osmanlı mimari tarzında inşa edilmiş modern bir otelin önünde durduk.
Arabadan indim.
Yeniçeri kıyafetli Mülhaymlı bir hizmetçi temenna ile “Hoş geldiniz efendim!” diyerek bavulumu yüklendi. Ben de yanında seğirtmek üzereyken şoför:
“Beyim, sizi kahvaltıda belediye başkanımızla tanıştıracağım. Kendisi benim çocukluk arkadaşımdır.”
“İyi de bayım, ben de sizin çocukluk arkadaşınız değilim ki! Ben bir müddet burada konaklayıp sonra yoluma devam edeceğim… Protokol erkânıyla hasbihal etmeyi de sevmem.”
“Ama kârlı ticareti herkes sever. Ben de size kısa zamanda çok kazanmanın yollarını göstereceğim, söz verdiğim gibi.” …

Çok yorulmuş olmalıyım, erkenden uyumuşum, sabah ezanıyla uyandım. Namazımı otelin bodrum katında bulunan mescidinde kıldıktan sonra lobide oturup bekledim. Şoför gelince birlikte 13. kata çıktık. Çok özel tasarlanmış küçük bir oda… Tam ortasında sekiz on kişilik oyma desenli klasik bir masa… İki bayanla üç beyefendinin oturduğu masaya yönelince masadakiler ayağa kalkıp resmi bir nezaketle bizi karşıladılar ve masalarına buyur ettiler. Şoför hepimizi tek tek kısaca tanıttı. Hepsinin adını duyar duymaz unuttum, sadece unvanları kaldı aklımda: belediye başkanı, başkan yardımcısı, fen işleri müdürü, özel kalem müdürü ve Bank of İslamic yönetim kurulu başkan yardımcısı Leyla Çağdaş Hanım. En son tanıtıldığı için mi, karşısına oturtulduğum için mi bilmiyorum ama sadece bu güzel bayanın adı aklıma kazındı kaldı.
Otel şehrin yüksek tepelerinden birindeydi, 13. kattan bile bütün şehir kuş bakışı görünüyordu. Manzara çok güzeldi ama bana gösterilen masaya oturunca bütün şehir arkamda kalmıştı. Karşımda ise Leyla Hanım vardı. Yeşil gözleri, içten gülümseyişinin yüzüne kattığı güzelliğe büyüleyici bir parlaklık katıyordu; dalıp gitmişim. Kendime geldiğimde benimle ilgili cümle kurulduğu halde duymadığımı fark ettim; yüzüm kızardı…
Başkan, hoş sohbet bir adamdı. Her şeyi bildiğinden olsa gerek hep konuşuyordu. Bazen bir projesinden bahsediyor, bazen fıkra anlatıyor, sık sık gelen telefonlara cevap verirken bizi ilgilendirmediği halde merakımızı celbeden konular masamıza düşmüş oluyordu.
Kimine biz de müdahil oluyor, kaldığı yerden devam ediyorduk.
Kahvaltı masamızda yok yoktu. Her şey önceden hazırlanmıştı. Odada masadakilerden başka, servis için bile kimse bulunmuyordu. Ev ortamındaki gibi samimi bir havada kahvaltı ederken çok ciddi projeler üzerinde ama ayrıntıya girilmeden konuşuluyor, sonra araya menemenden çaydan laflar giriyor, sonra yine önemli konulara dönülüyordu: Vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştık.
Başkan:
“Büyük bir yatırımcıya ihtiyacımız var. Talip çok ama; dürüst, güvenilir, iş bitirici, vizyon sahibi…”
Yine dalıp gitmişim. Kılavuzun, “Başkanım, işte ben de tam istediğiniz gibi bir yatırımcı getirdim, size.” sözüyle kendime, daha doğrusu kendime değil dört köşe masaya, çekildiğim yere geldim. Benden bahsediyordu. Arabada söylediklerini hatırlayıp meseleyi tam olarak anlayıncaya kadar beklemenin iyi olacağını düşündüm. Sadece gülümsedim.
Başkan yine oradan oraya uçmaya başlayınca ben de rahat bir nefes alacağımı düşünürken yine o gözler… Yumuşak dokunuşlarla gözlerime konup konup uçuyor, kaybolur kaybolmaz dönüp geliyor, elime yüzüme konuyor, yine gözüme konar konmaz uçup gidiyor…
Başkan: “Toplantı saatimiz yaklaşıyor.” dedikten sonra bana dönerek devam etti:
“Bundan sonrasını, haftaya konuşuruz. Leyla Hanım, ben yurt dışından dönünceye kadar hem projenin detayıyla ilgili bilgiler verir size hem de beldemizi tanımanıza, güzel bir tatil yapmanıza yardımcı olur… Sizleri en iyi şekilde ağırlamaktan büyük bir mutluluk duyacağımızdan emin olabilirsiniz.”
“N…”
Sözüme başlayamadan araya giren kılavuz:
“Sizlere minnettar kalacağız efendim, dedi. Gözlerinde yine aynı gülümseme vardı.”

İkinci gün… Hava serin…
Leyla Hanım’la Tarih Müzesi’ne gittik. İhtişamlı tarihimizin Atalar Sarayı’nın bölmelerine serpiştirilmiş dönemlerini göz göz dolaştık. Leyla Hanım anlattı, ben dinledim. Ezberlediği bilgileri aktarıyordu sanki. Ruhunu otel sofrasında bırakmış gibiydi. Anlattıklarıysa heyecan vericiydi. Bizler öyle olmasak da tarihimiz muhteşemdi. Atalarımıza ait, yanlış kötü hiçbir şey yoktu. Ya onlar bizim gibi değildi, genel kanaat böyleydi, ya da tarih olunca biz de onlar gibi olacağız…
Müzeden çıkınca Doğa Tepe’ye gidip açık havada, saklı bahçede yemek yedik. Leyla Hanım’la yemek yerken serinlik, yerini ılık bir havaya bırakmıştı. Anlatmaya değmez havadan sudan konuştuk. İlk günkü kelebek dokunuşlu gözlerden eser yoktu şimdi. Konuşurken gözlerimin içine daha derin ve daha profesyonel bakıyordu. O nasılsa ben de öyleydim ya da öyle oluyordum.
Tekrar buluşmak üzere vedalaştık.

Üçüncü gün… Hava sıcak… Öğleye kadar otel odasından çıkmadım. İnternetten Zamane Beldesi, başkanı ve ileri gelenleri ile ilgili bilgiler edinmeye çalıştım.

Öğle yemeğini otelde yedikten sonra Zamane Beldesi’nin en büyük kütüphanesine gittim ve görevliden açıldığı günden bu güne en çok okunan kitaplar listesini, “başkanın adı ve selamıyla söze başlayarak” istedim ve aldım: En çok okunanı aşkla ilgiliydi, ikincisi sermaye, üçüncüsü konfor, dördüncüsü yine aşk, beşincisi dua, altıncısı kişisel gelişim, …
İlk üçünü emanet alıp otelime döndüm. Bir bardak soğuk ayran içtikten sonra “Aşk ama Nasıl Aşk” kitabından okumaya başladım… Okurken Leyla’nın gözleri sözcüklere konup konup uçuyor, gözbebeğimi kuşatan engin dünyada uçup uçup sözcükler arasına dönüyordu. Garip şekilde arada bir Leyla’nın gözleri, başkanın gözleri oluyor ve altın bir sikke gibi kelimelere çarpıp çınlıyordu, beni bu beldeye getiren kılavuzun “Sorun bende değil beyim, siz kime binerseniz binin İdeal Belde’ye gidemezsiniz.” sözüyle kendime geliyor, elimdeki kitabı bırakıp odada volta atmaya başlıyor, arada bir camdan dışarı bakıyor, tekrar voltama dönüyor, dönüyor, dönüyor ve kitabıma dönüp okumaya devam ediyorum ama bu sefer diğer kitaptan… Üç gün boyunca oteli hiç terk etmeden üç kitabı da bitirdim. Üç günde üç kitap okumuş, Zamane Beldesi’nin ruhunu kavramış ve üç günlüğüne uğradığım beldeye yerleşme kararı almıştım; ama İdeal Belde’ye ulaşma idealimi hiçbir zaman terk etmedim.

On yıldır bu beldedeyim ve bu on yılda büyük işler başardım. Hiçbirinde benim adım geçmedi. Zamane Beldesi’nin kudretli iş kadını Leyla Hanım’ın şirketleriydi bütün başarılara imza atan.
Halk benim adımı yeni duydu, herkes beni bu kudretli iş kadınının gönlünü fetheden şanslı damat olarak tanıyor; oysa onun gücüne güç katan bendim.
O, yıllardır benim iş ortağımdı, arkadaşımdı, aşkımdı; nefes aldığım havaydı, içinde yüzdüğüm denizdi. Dünden itibaren de birlikteliğimiz resmiyet kazanmış, hayat arkadaşım olmuştu.
İdeallerimizdi aslında bizi birbirimize yaklaştıran, bağlayan, kördüğüm yapan. Aşkımız gibi ideallerimiz de, çözüldüğünde kaybolacak bir kördüğümdü. Aslında aşk ve parayla kördüğüm olan varlığımızdı: Çözüldüğünde yok olacak da varlığımızdı.

Evliliğimizin on birinci yılında çok önemli bir karar aldık: Gidiyoruz; Zamane Beldesi’ne uğrayarak ara vermek zorunda kaldığım yolculuğa, İdeal Belde yolculuğuna, eşim, ideal ortağımla yeniden çıkıyoruz. Çok heyecanlıyız: Babalarımızın kapısını döve döve can verdiği kale kapısından geçmeye, dedelerimizin bıkmadan usanmadan anlattığı masal beldesine, adalet ve ihsan ülkesine gidiyoruz.
Şoför koltuğumuzda kılavuzumuz, benim taksicim, Leyla Hanım’ın özel şoförü…
Önce Leyla’nın kapısını açtım, süzüldü içeri, kapısını yavaşça kapattım, diğer tarafa dolanıp şoförün arkasına oturdum ve gülerek:
“İdeal Ülke’ye!..” dedim ve dikiz aynasına bakar bakmaz donup kaldım.
Taksicinin sağ gözü dikiz aynasının sol tarafında, Leyla’nın sol gözü dikiz aynasının sağ tarafında, ikisi yan yana, ikisi bir insanın iki gözü gibi duruyordu ve ikisi birden şeytani bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
Beni şaşırtan gözlerdeki şeytani gülümseme değildi, bilakis gözlerdeki o şeytani gülümsemeyi çok seviyordum, onlar zekâ, onlar iş bitiricilik, onlar zenginlik, atılım, çağdaşlık demekti ve kariyer, aşk, para… neler kazandırmamıştı ki bana?
Eşim de öyle bakıyordu bana ve ikisinin de bir insanın iki gözüymüş gibi aynı anda aynı şeytani gülümseyişle bana bakıyor olması şaşırtıcıydı ama daha garip olan bu gözler tek kişinin iki gözü gibi görünüyordu ve bu tek kişi ne kız ne erkekti; ne hem kız ne hem erkekti.
Hareket ettik, bahçeyi, sokağı, mahalleyi geçerek şehrin en kalabalık caddesine girdik:
Beyaz, sarı, siyah, kızıl bedenler yanımızdan kayıp giderken esmer, sarışın, kumral yüzler, ela gözler, kızıl dudaklar, kıvırcık, dalgalı saçlar, yorgun nefesler… yanımızdan flu bir film şeridi gibi geçmiş zamana doğru kayıp giderken o sarışın güzel kız ve kolundaki çirkin, esmer delikanlı ekran koruma gibi hafızama yapıştı kaldı, telefonumda da babamın “Yola girmek kadar, yola kiminle girdiğin de önemlidir!” sözü çalıp duruyor ve ben bu görüntülü-sözlü telefon ikazına, cemaate imamlık yaparken yakalanmışım gibi paniğe kapılmış hâldeyim.
İş ortağımın, aş ocağımın, yol arkadaşımın “Neyin var aşkım? Tuhaf görünüyorsun. Bir şey mi oldu?” soruları yanıtsız kalıyor. Gözüm dikiz aynasına takılıyor ve alt yazıya dönüşen bu soruların, onun sağ gözünden çıkıp bunun sol gözüne girdiğini görüyorum.
Bu, eşim için can sıkıcı, benim içinse boğucu havayı fark eden kılavuzumuz araya giriyor:
“İnsan hızla ilerlerken hafıza hızla geriye doğru gider ve bu durum insanı gerer; yani eniştenin gerginliği normal.”
İkisi birden kahkahalarını kanatlandırınca ben de sesimi şöyle bir kımıldatıp kendi hâlime döndüm.
Şu an üçüncü köprüdeyiz, yeni kıtadan eski kıtaya geçiyoruz.

Geçtik, gidiyoruz.
Gökdelenleri, çok katlı yüksek binaları, şehirleri, birkaç katlı küçük bahçeli evleri, büyük bahçeli küçük evleri, ilçeleri, kasabaları, kırları, bayırları, köyleri, mahalleleri, vadileri, akarsuları, bakarkörleri, ormanları, geceleri, gündüzleri, otelleri, motelleri geride bırakarak, gelip geçene bakarak, zamandan zamana akarak gidiyor gidiyor ve ulaşıyoruz, o belde kapısına.
Öyle heyecanlıyım ki hemen arabadan inip İdeal Ülke’nin kapısına koşuyorum.
Durup kapıdaki polisin yüzüne bakınca küçük dilimi yutacak gibi oldum, dönüp bize yaklaşmakta olan kılavuza bakıyorum, dönüp tekrar polise…
Bir kılavuza bir polise bakıyorum: ikisinin de gözlerinde aynı şeytani gülümseme…
Beni şaşırtan gözlerdeki şeytani gülümseme değildi, bilakis gözlerdeki o şeytani gülümsemeyi çok seviyordum, onlar zekâ, onlar iş bitiricilik, onlar zenginlik, atılım, çağdaşlık demekti ve kariyer, aşk, para… neler kazandırmamıştı ki bana?
“İnsanlar çift yaratılmıştır.” benzerliğiyle izah edilemeyecek kadar benziyorlardı birbirlerine ve aynı şekilde gülümsüyorlar, aynı hareketleri yapıyorlardı: Bu ikisi iki kişi değil, tek kişiydi ama iki bedenliydi sanki.
İkisi birden ya da biri iki ağızdan:
“İdeal Belde’ye hoş geldiniz!” dedi.
Cevap vermeden hızlı adımlarla kapıdan içeri girip onlara döndüm ve gururla:
“Sizi Belde kapısına bırakacağım; ama siz İdeal Belde’ye giremeyeceksiniz.” diyen kılavuza o şeytanca gülümseyen gözlerinin içine bakarak dedim ki:
“Hani giremeyecektim!”
İkisi birden göğsünü iyice kabarttı, ikisi birden başını dimdik tutarak yine ikisi birden ya da biri iki ağızdan bir robot gibi mekanik bir ses tonuyla cevap verdi:
“Evet bayım! Sizi Belde kapısına bırakacağım; ama siz İdeal Belde’ye giremeyeceksiniz, demiştim. Evet siz İdeal Belde’ye girdiniz; ama benim ‘Sizi Belde kapısına bırakacağım; ama siz İdeal Belde’ye giremeyeceksiniz.’ dediğim kişi siz değilsiniz. Girdiğiniz bu ülke de sizin “İdeal Ülke’niz değil.”

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.