ÇONAMTİKA-II
(“İşte gidiyoruz Çonacığım!.. Bu lanetli topraklardan gidiyoruz.. Duyuyorsun değil mi sen de içindeki sesi… Ben içimdeki sesi duydum Çonamtika!.. Babanın duyduğu sesi… Annenin de duyduğu… Bu sesin geldiği yere kadar yürüyeceğiz Çona, seninle!.. İnan bana, Çonamtika, o sesin geldiği yerde lanetliler olmayacak!.. İnan sen, o ses kadar hür yaşayacaksın orada!..”, Çonamtika-I)
-Gövde-
Şafak sökmek üzere… Karın beyazlığının da etkisiyle dünya vaktinden evvel aydınlık… Bu, kışın dondurucu soğuğunda gürül gürül yanan sobamın başucuna çökmüş, açık bıraktığım kapı aralığından dışarıyı seyrediyordum… Kapı ardına düşen manzara tablo gibi görünüyor… Ufuklara uzayan beyazlığın en berisinde hangi tarihten kaldığı bilinmeyen harabe mezarlığın beyaz kabartıları ışık ve rengin en canlı kısmını oluşturuyor. Beyazlığın en gerisinde ufacık bir karartı… Ortada bulunan direğin sol çaprazındaki yuvarlak gölgenin içindeki göze, kar altından çıkıp, kar altında seyrediyor.
Ben düşünüyorum… Kar altından akan su gibi sadece düşüncelerimle hareket ediyorum veya hareketsiz yaşıyorum… Ne tuhaf ki, hayatı yaşamak için yaşadıklarımı anlayamıyor ve anlatamıyorum… Nasıl oluyor da, bir hayatı bizzat yaşamakla onu elde edebilme sürecini yaşamak arasındaki farkı idrak edemiyor ya da idrak etsek bile ikisini birbirinden ayırma kudretinden yoksun bulunuyoruz. Bugüne kadar yaşadıklarım bugünü yaşamak içinse, hepsiyle birlikte bugün de yarına bir vasıtaysa, yarın öbür güne, öbür gün daha öbür güne bağlanacaksa ve bu böyle devam edecek, hiç bitmeyecekse yaşamın bana ait olanıyla beni alıp götüreni, beni kendi akışının, gücünün bir parçası, bir ayağı ya da bir dişlisi, bir tekerleği yapanı arasındaki fark nedir?
Bana ait düşünceleri benim özüm mü doğuruyor; yoksa, güneşin yeryüzüne düşürdüğü bulut gölgeleri veya diğer gölgeler gibi midir düşünceler beynimde?.. Ve duygular, denizin bağrındaki pırıltılı şekiller veya iç içe geçmiş karanlıklar gibi midir yüreğimde?…
Peki ya benim gerçekliğim?… Tam olarak, bana ait olan nedir?.. Ölümlülüğe rağmen, o kadar kuvvetle sahip olduğum sahiplik ihtirasımla gerçekten sahip olduğum neyim var benim? Sadece sahip olma duygusu mudur, benim olan, bende kalacak olan?..
Beynim ve kalbim yüklerini ölüme kadar taşıyacaklarsa ölüm ötesine taşan duygu ve düşüncelerimin sebebi nedir?.. Madde kendini aşan muhtevaya sahip olabilir mi; olabilirse nedir bunun nedeni?..
Köpek sesleri geliyor kulağıma… Köyün azgın, özellikle kışın fazla yiyecek bulamayış ve işsiz güçsüz oluşlarından daha da azgınlaşan köpekleri harabe mezarlığın önüne doluşmuş… Orta yerde, olduğu yere çökmüş bir adam… Etrafını saran köpekler ileri geri, sağa sola hareket ediyorlar fakat adama yanaşamıyorlar… Hırlamaya, havlamaya devam ediyorlar; adam hiç kımıldamıyor…
Manzaramın içine düşen bir kedi karlar üzerinde koşmaya çalışıyor… Hareket, canlıların cazibe merkezi olmalı ki köpekler hareketsiz duran adamı bırakıp bu küçük hareketin peşine takılıyor…
Kedi hızla direğe tırmanıyor… Direğin dibinde korkunç dişlerini göstererek hırlayan, çıkmak için direğe abanan, etrafında azgın azgın dolanıp tekrar tekrar abanan köpeklerin korkusuyla kedinin bütün vücudu titriyor ve ayaklarının güçten kesildiği belli oluyor… Tepesine kadar tırmanamayan kedi, dalı budağı yontulmuş direğin alt kısmına kadar kaydı… Bunu görüp ağzı sulanan köpekler, hepsi birden, tekrar direğe saldırdılar… Son bir hamleyle tekrar direğin yarısına kadar tırmanan kedinin dermanı kesildi, yavaş yavaş aşağıya doğru kaymaya başladı kedi… Köpekler iyice azgınlaşmıştı… Daha çok titreyen, daha çok gücünü yitiren kedinin içini, ölüme yaklaştıkça daha bir hamle gücü kaplıyordu… Tekrar tırmanmaya çabaladı, fakat ayakları ölüme yakalanmıştı bir kere… Çılgın köpeklerin çığlıkları arasında, son sığındığı varlık parçasının ihanetine boyun büken kedi, gözlerinde vahşetin aksi olduğu halde ağır ağır ölümün dişlerine kaydı, gitti…
Çok vücutlu bir hayvan gibi manzaramın son kısmına kadar boğuşa boğuşa giden köpekler kedinin ağızlarında kalan birer parçacığıyla birbirinden uzaklaşıp kayboldular…
Doğruldum, kapın önüne çıktım… Neden bu vahşi tabloyu sonuna kadar seyretmiş ve hiçbir şey yapmamıştım? Hipnotize olmuş gibiydim…
Kendimi bildim bileli bu lanetli topraklara ait köpeklerin gözlerine baktığım an, lanetli gözlerinden yayılan dalgalar ta kalbimin derinliklerine nüfuz edecek ve beni de lanetlilerden biri yapacakmışçasına korkarım, bakamam gözlerine… Ama hiçbir şey yapamayışım korkudan değil… Çok şey yapabileceğimi ve korkuya yenilmemenin ilk şartının korkuyu içe hapsetmek olduğunu tecrübelerimle bilirim… Öyleyse, neydi beni donduran, şok eden?
Evet, şoka uğramış, düşünce yeteneğimi kaybetmiştim! Hiçbir görüntüyü değerlendiremiyor, sadece seyrediyordum… Bir kameradan farksız olan beynim, bir rüya, bir kâbus anını tespit ediyordu, sadece… Film içindeki sanal kişiler gibiydim ya da gözü açık gördüğüm rüyanın kendine biçilmiş rolünü canlandıran, kendi suretine bürünen motifi…
Ancak her şey bitince gelebildim kendime… Uyanınca, nasıl başlıyorsa insan rüyayı anlamaya, değerlendirmeye işte öyle… Sanırım, ölümüm de öyle olacak; ölmeden anlayamayacağım ölümü, öldükten sonra da yaşarlar gibi düşünme imkânını kaybetmiş olacağımdan hiçbir zaman kavramam mümkün olmayacak; ama yaşayacağım, bütün hücrelerime kadar yaşayacağım ölümü…
Hayır, seyrettiğim ölüm değildi, ölüme kadar olan süreçti, hayattı seyrettiğim: Bütün dehşetiyle insan kaderini, kaderimi seyretmiştim… Ölüm öncesi imkânsızlığıyla hayatın, hayatımın ölüme kadar geçirdiği, geçireceği serüveni ve sonunda ölümün karanlık ağzına sabitlenmiş gözleriyle nasıl kayıp gittiğini seyretmiş ve ölü gözlerimdeki aksin anlamına ancak ölümle varabilmiştim… Ölmek; insanın kendinden soyutlanarak başka lâtif, bağımsız bir ben olarak yaşama sürecine geçmesi, kabuğunu kırması yada kendinden başka bir âleme doğması…
Adam yanıma yaklaşmış, bana birkaç adım kala durmuştu… Bu adamı daha önce hiç görmemiştim… Selam verdi. Sesinde ve tavırlarında tereddüdün kesikliği vardı… İçeri buyur ettim… Girdi, sobanın başına geçti… Ben de içeri geçip sobanın başında durdum… Ellerimizi sobanın üzerine uzatmış ısınmaya çalışıyorduk… Karşılıklı duruyorduk… Bana bakan gözleri, benden öte başka bir şeye bakıyor gibiydi. Sordum:
“Yabancı olmalısınız?”
“Ya siz, yerli misiniz?..”
Gülümsedim:
“Evet, buralıyım.”
Üzerimde, ellerimde gezdirdiği gözlerini sobanın yanına yığdığım odunların üzerine kaydırdı… Kafasını pencereye doğru kaldırdı, sonra… Gözleri hâlâ aynı noktaya bağlıydı:
“Ben her yerin yabancısıyım.” dedi…
Uzun zamandır yaşadığım suskunluktan sonra bu tür bir konuşma, yıllarca dili tutuk yaşadıktan sonra aniden dili çözülen bir insan gibi içimi aydınlatıyordu. Sordum:
“Nasıl?..”
“Evet, her yerin yabancısıyım ben… Ayaklarım yere, gözlerim göklere uymuyor… Gökler gözlerimi, yer de gövdemi alınca belki… Belki yalnız o zaman… Belki daha o zaman bile değil…”
Yabancıya yer gösterdim. Oturdu. Yaslanmak için benden, ya da üstüne oturduğu yataktan, arkasında duran minderden müsaade bekler gibiydi… Hiçbir şey söylemedim… Gözlerim üzerinde dolanıyordu; o anladı ve teklifsiz anlatmaya başladı:
“Hayır hiçbir savaşa katılmadım… Böyle karlı bir gündü… Uçsuz bucaksız ovada rengi beyaz olmayan bir ben vardım, yürüyordum… Ben hep yürüdüm; hep aradım durdum… Kimi zaman harabeler arasında kalmış, birkaç insanlı yıkık dökük tekkelerin soğuk, tozlanmış çorbalarından içtim, konakladım… Sevgili ardından âşığın mezarının da bilinmezliğe sindiği bu harabelerde ihanetin, sevgisizliğin, kasvetin, ateşsizliğin, karanlığın, ne bileyim, anlayamadığım ezici, boğucu bir şeylerin aksi, belki de ruhu, havası içime dolandı, yürüdüm… Kimi zaman karlarla örtülü dünyanın içine gizlenmiş küçük dünyalarda sıcaklığın, samimiyetin ailesini aradım, yürüdüm… Çıkınım, ceplerim ve vücudumdan başka beni görmeyen insanları buldum bu yuvalarda… Varlık tarafımın varlığını gösterecek ayna aradım, yürüdüm…
Yoruldum, durdum… Beynimin ayak sesleri, kelimeler kolumdan tutup sürüklüyordu beni ardı sıra… Sürünmemek için yürüdüm; yürüyerek süründüm… Artık gücüm kalmamıştı…
Uzakta, ta uzaklarda, ulaşamayacağım kadar uzaklarda, üstünde kirli dumanlardan bulutlar oluşmuş bir köy görünüyordu… Köyün evleri kar altında kalmış mezar taşları gibi görünüyordu… Benden başka her şey kara gömülmüştü… Karın üzerine yığılıp kalmıştım… Kara gömülmek üzereydim ben de… Ayaklarımın varlığını hissedemiyordum; oysa o güne kadar, ayaklarımın varlığını hissetmek çilemdi benim… Ellerimle kaldırdığım sağ ayağımı öbürünün yanına yatırdım…
Yeni yeni başlayan tipi uğultusuna kurtların uluması karışıyordu… Tipi içinden kurtlar çıkageldi, sonra, etrafımı sardılar… Hırlayan sesleri içinde kaynaşan kurtların kardan beyaz dişleri bedenlerinden daha belirgindi, bir de gözleri… Birkaç diş saplandı, sol ayağıma… Birkaç kurt da göğsüme yapıştı… Bir kurdun boğazıma saldırmasıyla bütün vücudum kasıldı, kaldı… Boğazımdan fışkıran kanlar kurdun ağzından tekrar yaralı boğazıma, oradan da karlar üzerine dökülüyordu… Bütün uzuvlarıma saplanan kurt başları hızla parçalara ayırdı kızıl dişleriyle tuttuklarını… Ve her bir parçama birkaç kurt yumuldu…
Kızıla dönüşmüş kefenimin üzerinde bütün yumuşak kısımlarımı yutan kurtlar hâlâ dolanıp duruyorlar… Beni parçalayıp yutan kurtların midelerinde bütün varlığımın ayrışmasına müsaade ediyor ve bundan anlaşılmaz bir zevk alıyordum…
Evet, bu zevki tadıyordum ben… Yoksa kim bu hayali, hem de her an gerçekleşme ihtimali bulunan böyle bir hayali sonuna kadar sürdürebilir? Ama ben sürdürdüm; sürdürmek zorundaydım, çünkü… O an bana ölmediğimi kanıtlayacak tek organım kalmıştı… Sadece beynimin içinde hareket vardı ve bu hareket hayalin gerçeğe en yakın noktasında yaşıyordu… Bu sebeple kelimelerimin donmasına, ya da benim gibi kötürüm kalmasına müsaade edemezdim…
Donmuş vücudumun içinde ne de güzel bir yuva kurmuşlar, ne kadar sıcak yaşıyorlardı!.. Ama o sıcaklığın daha önce tattığım sıcaklıklardan çok farklı olduğunu biliyor, bunun sadece ölüme ait olduğunu anlıyordum… Ne de güzel ölünüyormuş meğer!.. Etrafımda pembe, latif varlıklar uçuşuyor ve içimin şekilsiz varlıklarına lahutî seslerini üflüyorlardı, ben ölüme kaydım… Sonrasına, o mekâna ait hiçbir şey hatırlamadığım gibi rüya gördüğümü, rüya görüp görmediğimi düşündüğümü de hatırlamıyorum… Başka bir mekânda, bir evde dirildim, sonra… Belki de yeni baştan… Bugün için geçmişte yaşadıklarımın, hatıralarımın; yaşamadığım, sadece kurduğum hayallerimden, hatırladığım rüyalarımdan farkı nedir, bilmiyorum!..
Neyse, belki de bunları size anlatmamalıyım… Bilmem, ölmeden önce ölmeyi, ölümü yaşamayı anlayabilir misiniz?
Neyse!.. Ne kadar da çok kullanıyorum bu kelimeyi!.. Beynimin “neyse”li bölgesi unutulmuş bir mayınlı tarla gibi çıkıyor birdenbire karşıma!.. Ama neyse işte!..
Dirildiğim o evden bahsediyordum ben size… O evde gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm, duvara asılmış bir resim oldu: Denizin üzerinde iplerle asılmış bir yol vardı, gür bir ormandan çıkıyor, büyük binalarla kaplı, kapalı bir şehre giriyordu.”
“Boğaziçi Köprüsü…” dedim.
Tuhaf tuhaf baktı yüzüme, bir süre… Sonra devam etti:
“Bu köprü kimseyi oraya götürmüyor ama!…”
“Anlayamadım; orası, diye bahsettiğiniz neresi?.. Sahi siz nereden geliyorsunuz?..”
“Nereden geldiğimi bilmiyorum. .. Orasını da bilmiyorum… Annem, bana “Biz oradan geliyoruz…” demişti, bütün bildiğim bu… Bir de annemin yanındaki o yaşlı adamın şu sözünü hiç unutmuyorum: ‘O sesi bulacak ve o sesin medeniyetini kuracaksın, kurmalısın…’ İşte ben, oradaki o sesi arıyorum…
Kısa bir müddet sustu ve gözlerini, diktiği noktadan hiç ayırmadan devam etti:
“O sesi buldum gibi ama ötesi yok… Ötesi yok; çünkü… Neyse!..
Soru sormaya yeltendiğim bu anda neyi soracağımı bildi ve ses tonunu yükselterek ve hızlı konuşmasını ağırlaştırarak devam etti:
“Neyse’lerimden uzak durun; uzak durun ki ölüm bulaşmasın ruhunuza!…”
“Neyse, isterseniz hikâyenizi anlatmaya devam ediniz.”
Ben sözüme başladığımda o tuhaf bakışlarını yüzüme çevirmişti yine… Sonra “neyse” demedi ama yüzü “neyse”sinden farksızdı… Devam etti:
“Sonra odaya genç bir kız girdi… Henüz çok gençti… Arkasından yaşlı, mezarına yakın yaşayan bir adam girdi, odaya… Adam bana, oraya nasıl getirildiğimi anlatırken, bunun karşılığında benden bir şey isteyecekmiş gibi bir hisse kapıldım… Kendi karısı olduğunu söylediği genç kızdan gururlanarak bahsederken şaşkınlıkla kızın yüzünü seyre dalmıştım… Bunu hayranlığıma yordu ve “Parmaklarını kaybettin ama hayatına kavuştun!” dedikten sonra odadan çıktı.
Kız hâlâ yere bakıyordu ama yüzünde utançtan eser yoktu… O evde kaldığım, bana kaldığımdan daha uzun gelen günlerden sonra bir gün… Bir kadının sırrını sana söylemem doğru olmaz ama, madem sen o kadını tanımıyorsun, madem bundan sonra da tanımayacaksın, öyleyse sana anlatabilirim… Aslında beni bundan sonra görecek olsaydın yine de anlatamazdım, sanırım.
O kadın ve ben, hayal insanları olmaktan farklı olmayacağız senin için… Fakat yine de biliyorum; içimden bir şeyler kopmuş olacak… Buna rağmen anlatmak istiyorum…
Bir gün evde yalnızdık; hayat hikâyesini anlattı bana… Kocasına, malına, parasına, parayla satılmıştı babası tarafından… Oysa farklılığının farkına henüz vardığı o saflık çağında kendine göre birini seçmişti… Anlamadılar onu… Henüz gönlü durulmadan, sevdiğinin içinde kalmış tortusuyla o yaşlı, “iğrenç adam”ın yatağında çaresiz bulmuştu kendini… “Nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum; hiç yaşamadım çünkü” dedi… Gözlerini toprağa dikmişti, öyle konuşuyordu:
“Genç kızlıktan kadınlığa geçemeden kaldım arada bir yerde… İki sene öyleydim… Sonra salıverdim kendimi kadınlığıma… Köydeki bütün kadınlardan çok kadın oldum belki, belki de başka bir şey!..” dedikten sonra gözlerini kaldırdı yüzüme… Alaylı gözlerini bütün vücudumda gezdirdikten sonra, bana:
“İçim öyle parçalı, öyle dağınığım ki; seninle bile yatabilirim!..” dedi… “Bunu bana, benim gibi kadın teninin sıcaklığını hissetmemiş, kadın kokusunu duymamış birine söylemişti, anlayabiliyor musunuz?.. Böylesine ağır bir hakarete ilk defa uğruyor olmama rağmen merhamet ve erkeklik gururum bunu benden sakladı… Sadece o kadına acıdım, o an… Bir de tabi, her şeye rağmen erkeklik hislerime kapıldığımı itiraf etmeliyim; yüzüme ateş basınca kadının da ateşinin arttığını fark ettim; ateşim daha da arttı… Ama içimden gelen bir ses karşı koyulmaz kararım oldu… Kadına hiç el sürmedim ve o gün oradan kaçarcasına ayrıldım…
Kaçarken de, nasıl böyle bir fırsatı tepersin, nasıl ihmal edersin beni diyen birisinin – ki dirilmek için yumuşak, tatlı, devingen bir öpücük bekleyen bir ölü gibiydi içimde- kararıma şüphe kattığını, başka birisinin ki, -bu da içimde Çonacan’ın kaderi gibi yaşıyordu- hayır, geri dönemezsin, kararından vazgeçmemelisin dediğini, birbirine zıt seslerin iç içe dolandığını, hepsinin üstüne çıkıp başkasına ait olanın, her zaman benim olmayacak, bende kalmayacak olanın sıcaklığını, mutluluğunu tatmanın ve ulaşamayacağım ülkelerde yakılıp denizlerin karanlığında kaybolacak ölüleri diriltmenin günah olduğunu ve silinmez bir kir, bir acı hatıra olarak insanın geçmişiyle birlikte geleceğine da yapışıp kalacağını ve böylece bir yanımızın karanlık, lekeli olacağını düşündüğümü hatırlıyorum…
Ben her şeye rağmen bu tarafıma güveniyorum… Ben dağınık değilim… Bana ait olmayan, benim dışımda gezinen, başka mekânların kucağında uyuklayan hiçbir tecrübem yok… Bütün tecrübelerim, hatıralarım, ümitlerim, acılarım, mutluluklarım hep bana, sadece bana ait… Başkaları için hissettiklerim de benim olanlar kadar benim… Ben parçalı değilim, bu yüzden… Ama bütün de değilim… Mademki ben sürekli eksikliğimi yaşıyor, hiçbir zaman mükemmellik tatminine ulaşamıyorum, bütün de değilim öyleyse… Fakat ispat edemesem de, inkâr edemeyeceğim kadar kuvvetli bir hisle biliyorum ki, mükemmellik ihtirasımla biliyorum ki, bende bütünlüğe açılan, varlığını varlığımdan öte hissettiren bir dehliz, bir açılım, sınırsız bir açılım var… Sizin gözlerinizin takıldığı eksik uzuvlarımsa insanlığıma ait değil!.. Belki de benden çok sizi rahatsız ediyordur onlar?”
Konuyu değiştirmek için gözlerinin altından başlayıp dudak hizasına kadar birbirine paralel inen derin yara izlerini sordum. Elini yanağına götürdü:
“Ormanda bir kaplanın saldırısına uğramıştım. O kaplan pençesinden kalma izler…”
“Yani cesaretin, kahramanlığın izleri…”
Buruk bir gülümseme:
“Aynı zamanda içinden geçtiğim yerin izleri…”
Yüzüme daha bir dikkatli bakıyor şimdi:
“Sizin yüzünüzde de hayatın derin izlerini görüyorum, ne dersiniz?”
“Aynı zamanda yaşadığım yerin izleri…”
Durdu… Ben konuşurken yere indirdiği gözlerini tekrar yüzüme kaldırmıştı… Bir süre kaldı öylece… Yüzü daha da aydınlıktı… Daha da derinleşen sesiyle:
“Biliyor musun, ilk defa birisi benim kelimelerimle konuşuyor, ben bunu ilk defa tadıyorum!..”
“Oysa benim kelimelerimle hiç kimse konuşmuyor, konuşamıyor!..”
Şaşırmış göründü, şaşırmadığından eminim…
“Neyse!..” dedi, “Ben yine de çok mutluyum!..”
“Neden?”
“Bilmem, belki de yabancılığımı unutturuyorsun, belki de yalnızlığımı… Neyse, ben artık gitmeliyim…”
“Niçin?”
Gözlerini kapı aralığından dışarı kaydırdı:
“Karlı toprağa güneş yağıyor!..”
“Toprak yürek, güneş mutluluksa zamana toprak gibi yatmak gerekmez mi?”
“Hayır, hayır!.. Zaman alışkanlıktır; alışkanlıklarsa âlemin ortasına asılmış vaktin tik-takları… Önümüz, ardımız, üstümüz, altımız yokluksa biz ha yelkovan olmuşuz, ha akrep; ha saniye olmuşuz, ha salise… Çarkı döndüren sadece kalbimiz… Kalbimiz atıyor, biz yürüyoruz… Yürümek belki en önemli alışkanlığımız; ama yürümek zorunda olduğumu biliyorum ve hiç olmazsa düşünerek yürüyorum… Belki kader sadece yürümek zorunda kalmaktır ve insana düşen pay, sadece düşüne düşüne yürümek…
“Öyleyse bugün birlikte yürüyelim sizinle, birlikte şehre inelim, bugün…”
***
Yabancı’nın gözleri derin, bakışları farklı; şehri emiyor gibi… Her gördüğünü eski dünyalarından koparıp yeni dünyalarına yerleştiriyor olmalı… Arabadan iner inmez genç bir kıza takıldı gözleri… Yirmi yaş civarında bir kız… Bacaklarında cildinin rengiyle, üstündeki elbiselerle uyumsuz beyaz desenli, siyah ince bir çorap… Üstündeki sarı renkli, kalın desenli el örgüsü bluzun içindeki dar, beyaz giysi ve bu askılı giysinin örtemediği buğday teni belli oluyor… Yüzü aşırı makyajlı bu genç kızın ne makyajında ne de saç rengi ile makyajı arasında bir uyum var…
Hızlı hızlı yürürken dansa tuttuğu, aşırı kızıla boyanmış dudaklarında bir alayın, bir hırsın ve intikam duygularının kıvrımları bir belirip, bir kayboluyor… Aslında yüzüyle, vücuduyla bütün bir güzelliğe sahip olan bu kız, güzelliğini parça parça uzuvlarına bölmüş ve uyumsuzluğun çirkinliğine bulanmıştı… Bunu görebilecek bütünlüğe sahip olmadığı için de uzuvlarının güzelliğine hayran gözleriyle gel-git zamanlarını paylaşacağı erkeğini, erkeklerini arar, bulur; yatar, kalkar tüketirdi hayatını… Halk dilinde bu dişilere fahişe denir de, erkekleri makyajsız olduklarından fark edilemez…
Tam yürümeye başlamıştık, tiz bir kahkahayla ikimiz de olduğumuz yerde kaldık… Bu ses oldukça hanımefendi görünümlü bir kadından dağılmıştı… Genç ve güzeldi… Bir masanın etrafında, kadınlı erkekli oturmuş grubun içinde en ciddi görünümlü olan bu kadından, arada bir, aniden bastıran sağanaklar gibi kahkahalar boşalıyor, sonra diniyor, bir ağırlık, ağırbaşlılık çöküyor, sonra yine ansızın sağanak bastırıyordu…
“Ne güzel, ne çekici kadın, değil mi?” diye sordum.
“Bu kadın diğerinden daha parçalı…” dedi. “Bu kadını uzaktan seyredebilirsin, uzaktan dinleyebilirsin; ama onunla yaşayamazsın… İnsanın içine güneş gibi girer, volkanlar patlatır gider… Ya onun gibi olur ya onu öldürür ya da sen ölürsün; ölümüne oynanır hayat, böyleleriyle…”
Yürümeye başladık… Büyük, etkileyici binaların arasındaki caddelerden geçip erkeği, kadını, evlisi, bekârı, çocuğu, yaşlısı, açığı, kapalısı, uzun saçlısı, saçsızı, esmeri, sarışını, kumralı, beyazı, zencisi, kızılı, güleni, gülümseyeni, bağıranı, somurtanı, alanı, satanı, satılanı, bitişik olanları, yalnızları ile tam bir insan panayırını andıran meydana çıktığımızda Yabancı’nın hükümran gözleri gitmiş, bir güvercinin ürkek bakışları almıştı yerini… Kalabalık bir ortamda herkesin gördüğünü sandığı bir yanlışa düşen insan nasıl ne yapacağını bilemez, sözleri ve hareketleri şaşkınlığın, tereddüdün emrine girerse Yabancı da böyle bir halde koluma yapışarak, heyecanla:
“Haydi, çabuk olalım, çabuk çıkalım, buradan!…” dedi.
En kısa yoldan sakin bir yere çıktık… Hiç konuşmadan dakikalarca yürüdük… O hâlini gördükten sonra Yabancı’yı bir daha kalabalık caddelere sokmaya cesaret edemedim… Benimse işlerim kalabalıklarla idi… Tam ayrılmak için izin isteyecekken uzaktan bir kızın, henüz hayatın tezatlı alanına yeni açılma çağında olan bir kızın, bize, daha doğrusu yabancıya baktığını gördüm… Nedense o an, o kızın Yabancı’yı şehre, insanlara alıştırabileceğini düşündüm ve harekete geçtim:
“Bakın, o kız size nasıl bakıyor!”
Bakışlarını kıza çevirdi… Kısa bir müddet kızın yüzüne, gözlerine baktıktan sonra başını hafifçe sallayıp konuşmaya başladı:
“Öyle acıdır ki, benim en iyi bildiğim lisan gözlere ait olandır… O bakışların anlamı senin sorduğundan farklı değil: ‘Sen yabancı olmalısın!..’ diyor bana. Bunu bilmese de hissediyor; çünkü gözler akıldan çok, gönül dilidir… Ben de hissediyorum ki; ne kadar şehrin insanlarına benzemeye çalışsam, hatta benzesem de, bu hislerim bana daima yabancılığımı ikaz edecek ve ben hiçbir zaman yerli, şehirli olmayacağım!.. Ben artık gitmeliyim buralardan… Belki şehirlere tekrar döneceğim bir zaman olacak ama şimdi gitmeliyim!..”
“Bu kısa zaman dilimi içinde size ait hatırlayacağım çok şey olacak, sizi unutmayacağım Bay …”
“Çonamtika!..”