ADALETİN GÖZ BAĞI

ADALETİN GÖZ BAĞI

Eşim, kızım, oğlum… Birlikte yürüyoruz, Eyüp Sultan’a doğru, yan yana… Aynı yere bakıyoruz ama gördüklerimiz, görebileceklerimiz aynı mı?.. Gençlerin gözleri, bir oraya bir şuraya konamayan, uçaduran, kanatları toz pembe, yüreği ürkek kelebek gibi… Bense gözlerini kaybettikten sonra geçip gitmiş günlerinde gezineduran bir âmâ gibiyim!.. Şadırvanın yanında çınar, kovuğu doldurulmuş, etrafında insanlar dolanmıyor artık, çocuklar hayran hayran bakadurmuyor… O çınarın kovuğu bende hâlâ açık, o topal leylek hâlâ içinde… İçim, o topal leyleğin mahkum olduğu kovuğundan, etrafına şaşkın şaşkın bakadurduğu, yaşlı çınar… Dallarım, yapraklarım türbe kapısında birikmiş kadınların, genç kızların üstüne eğilmiş, dudakları gibi kıpır kıpır, ellerindeki mini mini taşlar türbe duvarına yapışsın istiyor gönülleri, beyaz tülbentleri gibi tiril tiril… Çıkış kapısı kenarında, kara sakalı gür, sesi tok cüce, taze okunmuş Yasinleri sunuyor eski yeni ölmüşlerin ruhuna… Lokum dağıtıyor çocuklar… Güvercinler, ellerin saçtığı yemlere hücum ediyor…du, sessizce iniyor, patır patır kaçışıyor…du… Şimdi tek tük, dala bucağa sığınmış, miskin miskin bakaduran birkaçından başka güvercin gözükmüyor ortalıkta… Yemlene yemlene eteğinin altına kadar gelen güvercini kapıp kafasını koparıp heybesine atan yemci kadınlar da yok artık meydanda ama yine de insanoğlundan uzak duruyor güvercinler!..

Kızım koluma tutunmuştu, oğlum ve eşim ellerindeki telefona baka baka yürüyorlardı, geçip gittik cami avlusundan, içeri uğramadan… Oyuncakçılar çarşısını, ona buna çarpmamaya gayret ederek geçtik, hızlıca, tarihî Eyüp Sultan Karakolu’nun bir adı kalmış bir de boş boş bakışı, restore edilmiş evler, çay ocağı, bakkal, mağaza, dernek lokali, belediye birimi, şirket merkezi,.. olmuş!.. Kaptan Paşa Camii’nin önünden sağa döndüler, ben durakladım, sola döndüm, Sütanne’min tarihî ahşap evinin cumbasına baktım bir süre… Soğuk kış geceleri ısıtıp havluya sardığı ve ayak tabanıma yerleştirdiği o taştan ağır tuğla duruyor mu hâlâ kömür sobasının yanı başında!.. Döndüm yine yoluma, vardım iskele önüne… Süt kardeşimin kayığı, galiba şu, kimsecikler yok yanı başında… Kayıkların çoğu ya yenilenmiş ya da yeni üretim, kimi sultan kayığı olmuş, kimi yolcu. Sadece biri, benim kadar yaşlı, terk edildiği köşesinde, için için titreyen sular içinde!.. Yaşlı bir adam geldi, ipinden tutup çekti kayığı kendine, içine girdi, oturdu, eğildi ayaklarına doğru… Kamburu çıkmış bu adam kayığının içinde, çınarın dibindeki o topal leylek gibi göründü gözüme, ona doğru gidesi oldum, eşim “Bak Sü!” dedi, “Bak martılar ne güzel yüzüyor! Hele şu ördekler, ne güzel süzülüyor!.. Bak, bak gördün mü, bir karabatak? Suya daldı, balık var demek ki burada!”

Eyüp-Üsküdar vapuruna bindik, güverteye çıkıp oturduk… “Eskiden de, leş kokulu bataklığa dönmeden önce, balıklar vardı!” dedim, “balıklar, martılar,.. suyunda yüzülebiliyordu, hatta bir keresinde mezbahadan kaçan bir sığır yüzerek geçmişti şu adaya, tavşan adasına, şimdi hiç tavşan yok, açlıktan ölmüş hepsi diyorlar, öte yanındaki de ördek adası… Sonra yavaş yavaş biz kirlettik suyunu, nefes alamaz oldu içindekiler… Nasıl olduysa bir köpek balığının yolu düşmüş buraya, şu Haliç Kongre Merkezi mezbahaydı o zamanlar, oranın biraz ötesine geçebilmiş hayvancağız, orada nefesi daralınca atmış kendini karaya, tâ bizim üst tarafımızdaki bayıra varmış, zıplaya zıplaya… Koca göbekli, kara kanlı elbiseli, iri yarı kesicileri vardı mezbahanın, bellerine bağladıkları deri kemerlerinden sarkan ahşap bıçak kınlarında boy boy, çeşit çeşit bıçakları vardı, kovboylar gibi çalımlı çalımlı dolaşırlardı, hemen peşine takılıp bıçaklamışlar köpek balığını, orada öylece durdu, günlerce, çürüdü… Sokak köpekleri de zehirli yiyeceklerle öldürülüyordu, gözlerimizin önünde, ağızlarında köpük, çırpına çırpına ölüyorlardı ama zehirleyen belediyeciler sonra gelip alıyorlardı onları, bu dev balığı almadılar, biz gelip geçerken iskeletine bakardık, ne kadar büyük diye, hayretle… O zamanlar sokaklarda en çok biz olurduk, bir de hayvanlar: kediler, sıçanlar, köpekler, sığırlar, koyunlar, sığırcıklar, kumrular, serçeler, martılar, hatta çaylaklar…

Bir de, bir süre, grevci komünistler çadır kurmuştu sokağa!.. Bir gün bizim dükkânı bastılar, ben küçücük bir çocuktum, damdan izledim onları, yağmur gibi taş atıyorlardı babama, babam da önüne düşen taşları alıp alıp atıyordu onlara!.. Çocukları da büyükleri gibi acımasızdı, onlar da zaman zaman kotralarda sıkıştırdıkları köpekleri taş yağmuruna tutuyorlardı, ağızları kan revan köpekler demir parmaklıklı kapılara kendini vurdukça onlar da zevkten azgınlaştıkça azgınlaşıyor, daha bir hınçla nişan alıp suratlarına suratlarına fırlatıyorlardı taşlarını!…”

Bir çift geldi, karşımızdaki oturağa oturdular, yüzleri bize dönük, sustum, bizimkilerin yüzüne dikkat etmemiştim, geçip giden manzaraya bakarak konuşuyordum, şimdi bakınca fark ettim, şaşkın bir ifade vardı yüzlerinde, “Baba sen bunları bize daha önce hiç anlatmamıştın!” dedi kızım, “Evet!” diye ekledi eşim, “Çocukluğun, bayağı travmatikmiş baba ya!” diye söylendi oğlum. “Hayır!” dedim, “Biz duya duya, doya doya yaşadık her şeyi! Ya şimdi, baka baka, göre göre geçip gidiyoruz, çocukluğunuzdan neler var desem yüreğinizde, ekranlarda izlediklerinizden başka sunabilecek neyiniz var, bilmiyorum!”  “Ooo!” dedi oğlum ama devamı gelmedi…

Eşim bez çantasından bir poşet çıkardı, açtı, çocuklar ona şaşkın şaşkın bakınca gülümseyerek kalktı yerinden, arkaya doğru ilerledi, biz de onu takip ettik, çıkardığı ekmekten lokmalar koparıp koparıp havaya atıyordu, martılar da çığlık çığlığa lokmayı ya havada yakalıyordu ya da düştüğü deniz yüzeyinde… Bizimle birlikte birkaç kişi daha eşimden ekmek isteyip katılınca bu şölene kısa sürede bitti ziyafet… Birkaç martı bir müddet daha üstümüzde dolandı durdu, şimdi hepsi uzakta kaldı ve daha uzakta….

Kasımpaşa’ya varmıştık. Gemiden inip Turabi Baba Türbesinin üst tarafındaki meydana doğru yürüdük. “Biliyor musunuz, dedeniz buralarda bir yerde kokoreç satıyormuş, esnafı haraca bağlamış bir çete ona da musallat olmuş, o da kokoreç şişiyle bir güzel haşat etmiş gelenleri… Bir de fakir dostu kabadayı varmış, Demirtaş, haraç alır, kazan kurar, halka yemek dağıtırmış… Bir de kim anlattı hatırlamıyorum, Kasımpaşa Canavarı varmış, karpuzcunun kafasını kesip tezgâhtaki karpuzlarının arasına yerleştirmiş, diyorlardı… İnanılacak gibi değil diye düşünüyordum ama büyüdükçe o kadar vahşete tanık oldum ki böylesi, sıradan cinayet gibi görünür oldu.”

“Hiç güzel hatıran yok mu ya baba!” “Olmaz olur mu! Çok!.. Buralarda bir yere, motosikletli akrobatlar gelmişti. Buzdolabı olmadığı zamanlardı, mutfakta kocaman bir su küpümüz vardı, suyu hep soğuk, taze tutardı, dibi dar üstü geniş yuvarlak bir bardak gibi ama boyum kadardı, işte burada, ona benzer, üstüvane denen, birkaç katlı ev boyutlarında bir gösteri alanı, biz seyirciler için de en üstünden bakabileceğimiz yerler hazırlanmıştı, anca uzanan çenemi dayamış bakıyordum, jet gibi bir motosiklet burnumun dibinden geçmez mi, yüreğim ağzıma geldi, zaten öyle korkuyla izliyordum onları, motosikletler hızla döne döne en aşağı iniyor, sonra en yukarı çıkıyorlardı, hızlarını ayarlayamasalar, dengeleri bozulsa ya savrulacaklar ya da aşağı yuvarlanacaklardı!.. Hayat da böyleydi işte çocuklar, hızına ayak uyduramayanı ya savuruyor ya yuvarlıyordu!..”

Şişhane yokuşundan çıktık, tepeye vardığımızda, yolun karşısına geçtik. Oğluma “Çök hele buraya!” dedim, çöktü, “Şimdi nişan al!” deyince, güldü, doğruldu, “Hele dediğimi yap, sonra neler olduğunu anlatacağım!” dediysem de dediğimi yapmadı, utanıyordu, “Baba ya, insanlar bize bakıyor!” diyordu, “Baksınlar!” dedim “sen bakma onlara!” Ben çöktüm, bir dizim dik, öteki yerde, atış pozisyonda, elimi silah gibi yaptım, nişan aldım, tetiğe bastım…

“Sü! Ne yapıyorsun? Haydi, kalk gidelim!” Baktım çocuklar benden uzaklaşmış, arkalarını dönmüş, yüzlerinde utangaç, çarpık gülücükler… Bayağı yüksek sesle, biraz da tuhaf bir tonda, bir kahkaha patlattım… Daha da uzaklaştılar… Genelde onlar böyle benden uzağa kaçtıkça daha yüksek sesle kahkaha atarak eğlenirdim, bu sefer ciddi davrandım, hiçbir şey söylemeden yolun karşısına geçtim, durağa kadar yürüdüm, durakta otobüs bekleyenlerin yanında durdum, onlar da gelip yanımda durdular. “Sizce ben kimi vurmuş olabilirim?” diye sordum, gayet ciddiydim, sanırım bu yüzden hiçbiri gülesi olmadı…

Taksim yönüne yürümeye başladık. “O gün Alibeyköy-Şişhane minibüsüyle buraya gelmiştim, buradan otobüse binip Vezneciler’e, okula geçecektim. Durakta beklerken, bu yönden bir kalabalığın geldiğini gördüm, kalabalığa sarı-kırmızı renkler hâkim olduğundan onları Galatasaray taraftarları sanmıştım. Yaklaştıkça okunabilen afişlerinden anladık ki, 1 Mayıs için Taksim Meydanı’na çıkamamış ve ters yönde yürüyüşe geçmiş işçi gruplarıydı bunlar… İçlerinden bazılarının dönüp dönüp arkalarından gelen polislere taş attıklarını görüyorduk, onlar da ara sıra kovalasalar da çok yanaşmadan takipteydiler… Emekçiler, önümüzden slogan ata ata geçtiler… Beyoğlu Belediyesi ana binasına çıkan yolun başını da polis kesmişti, eylemciler oradan yokuş aşağı döndüler, yine bir kısmı polisleri taşlamıştı, polisler biraz geri çekilmiş, tekrar yerlerine dönmüştü. Tepemizde bir polis helikopteri dönüp duruyordu, penceresinden çok uzun bir namlu gibi ama her yanı delikli bir demir borunun uzandığını gördüm, otomatik silahınkine benzer bir ses duyulduğunda ortalık karışmış, herkes birbirine girmişti… Polis kısa sürede kalabalığı dağıttı… Biz otobüsle oradan geçerken sağda soldaki polislerden başka kimse görünmüyordu ortalıkta, sonradan öğrendik ki bir delikanlı öldürülmüş!.. Bir müftünün oğluymuş… Gazeteler, bizimkilere gösterdiğim yerde bir polisin atış pozisyonunda fotoğrafını basmışlardı, onu hedef gösteriyorlardı oysa oradan o şekilde sıkılan bir merminin havadan başka bir yere gitmesi mümkün değildi, ancak çok uzağa, belki Kasımpaşa’nın ardına, belki Haliç’e ancak bir yorgun mermi olarak düşebilirdi, bunu o fotoğrafı servis edenler çok iyi bilirdi, mahkemeler de, bilirkişiler de bilirdi ama burayı bilmeyen halk bunu nereden bilsin, amaç da halkı manipüle etmekti ve bunu her zaman ustalıkla başarıyorlardı… Sonradan çocuğun yakından ateşlenen bir silahla vurulduğu mahkeme kayıtlarına geçmişti, paramiliter bir unsurun veya derin devlet ajanının başarılı bir operasyonuydu belki o şimdi kamuda veya özelde önemli konumda bir iş adamı, siyasetçi, devlet adamı olarak takdir ediliyor… Böylelerini sık sık ekranlarda görmek de bu milletin ne acı kaderiymiş, milleti kendine mahkum ettiği acı kader!..”

İstiklal Caddesi’ne çıkıp yürümeye devam ettik. Bir önceki belediye yönetiminin diktiği sıra sıra ağaçlar sökülmüş, yerine sıra sıra beton saksılar yerleştirilmiş… Boydan boya mağaza vitrinleri ve tramvay hattının iki yanından yukarı aşağı yürüyen insanlarıyla  açık, uzun, dar bir manzara… Kırmızı, küçük iki tramvay vagonu geçti yanımızdan, arkasına asılmış çocuklar… Galatasaray Lisesi’nin önünde, yol boyu kümelenmiş kadınlar,  Cumartesi Anneleri, ellerinde yetişkin, kayıp çocuklarının vesikalık fotoğraflarıyla bekliyorlardı, etrafları kasklı polislerle çevriliydi… Taksim Meydanı’nına yaklaştıkça normal bir zamanda olmadığımızı gösteren bir yoğunluk ve çeşitlilikle karşılaşmıştık…  Meydan’a yakın bir ara sokakta, çoğu kadın bir grup müzisyen oturmuş, ellerinde önlerinde tencere tava, çatal kaşık, bardak tepsi, kardeşçe türkü söyleyip eğleniyordu… “Bu ne kibir, bu ne öfke! Gel yavaş gel, yerler yaş!” diye tempo tutarlarken yanımızda yürüyen bir kadının yere, ayak ucuna baktığını gördüm. Meydan’a girdik, sol tarafta halaka oluşturmuş bir grup sohbet ediyor, hemen önlerinde duvar dibinde küçük bir grup da cemaatle namaz kılıyordu… Atatürk Anıtı’nın biraz ilerisinde, beyaz bez çantalı, kırmızı elbiseli bir kadın duruyordu, kalabalık etrafında bir halka oluşturmuştu, halkanın ön kısmında polisler vardı, yüzü gaz maskeli bir polis iyice yaklaşıp kırmızılı kadının yüzüne gaz sıktı, kırmızılı kadın gözünü kapattı, başını diğer tarafa döndürdü ama direndi, yerini terk etmedi, polis tekrar gaz sıktı, jest ve mimiklerinden hem acı çektiği hem de direnç kazandığı belli oluyordu… Halkayı daraltan bir baskıyla kalabalığın arttığını fark edince yavaş yavaş gerileyip daha rahat bir alana çıktık… Meydanın her yanında büyük küçük kalabalıklar, yer yer irili ufaklı çadırlar vardı, sürekli hareket hâlindeki kalabalıkların içinde yer yer duran adamlar vardı, hiç kımıldamadan, uzaktaki bir şeye bakarken donup kalmış gibi duruyorlardı, etrafındakiler de onlara bakıp bakıp geçip gidiyordu, kimi de etrafında dönüyordu… Kimi gençler gaz maskesi takmıştı, kiminin yüzü bez maskeyle örtülüydü… AKM binası afişlerle bayraklarla donatılmış, damına bile insanlar yığılmıştı, giriş kısmında büyük kalabalıktan ayrı, polislerin koruduğu, daha resmî, pahalı kıyafetli, takım elbiseli, tayyörlü kimseler arasında iki de kırmızı elbiseli kadın bulunuyordu, biri türbanlıydı… Meydanın her yanına irili ufaklı birçok afiş, legal illegal bayraklar, flamalar asılmış veya ellerde taşınıyordu… “Mülk Allah’ındır, Sermaye Defol” “Erkeklere de Devlete de Kimseye Çocuk Borcumuz Yok” “Partizan” gibi farklı zihniyetleri yansıtan afişler yanında “Kes Sesini Tayyip” “AKP Türkiye’den Defol” gibi ülkenin başbakanına, iktidar partisine karşı sokak ağzı kullanan aşağılayıcı afişler de, Kürtçe yazılı olanları da vardı, terör örgütlerinin bayrak ve afişleri de oldukça fazlaydı… Büyük çoğunluk, Türk bayrağı taşıyordu, yer yer parti bayrağı taşıyanlar da vardı…

Sağda solda dolanan yerli yabancı birçok basın mensubu, birkaç yerde de basın aracı vardı…. Yol ağızlarını polis araçları tutmuş, yol kenarlarına birçok TOMA dizilmişti. Bir basın aracının etrafında bir arbede göze çarpıyordu, kalabalık o tarafa hareket edince biz öbür tarafa yöneldik… Kalabalık eşliğinde “Çapulcu musun vay vay, eylemci misin vay vay” nakaratlı şarkı söyleyen büyük bir grubu seyre koyulduk, eşim dirseğiyle dürttü beni, tam arkamızda LGBTİ bayrağı taşıyan rengârenk, şekil şekil kılık kıyafetli bir grup vardı, biraz ötemizdeki grup da terör örgütü dövizleri taşıyordu, yavaş yavaş uzaklaştık oradan, meydanın Şişli yönüne çıkışına yaklaşmıştık ki dumanlar yükselen bir yerden insanların bağıra çağıra kaçıştığını gördük, biz de kaçmaya başladık, polislerle birlikte sivil kıyafetli gençler de yakaladığını hırpalıyordu, yumruk, tekme, tokat, sopa, jop, gaz, duman, sirenler, çığlıklar, gaz bulutu,.. meydan toz dumandı, sıkılan tazyikli suyla insanlar yuvarlanıyor, sürükleniyor, kalkıp kaçmaya çalışıyorlardı, kaçarken yakalananlar da evire çevire dövülüyordu. Göstericiler de her yeri, durakları araçları yakıp yıkmaya, taşları oturakları söküp fırlatmaya başlamışlardı. Tazyikli bir suyla yola savruldum, az kalsın bir otobüsün altında kalıyordum, eşim hemen koşup yerden kalkmama yardım etti ama çocukları kaybetmiştik, bir yandan bana yardım etmeye çalışıyor bir yandan da “Çocuklar… Çocuklar!..” diye ağlıyordu. “Telefon!” dedim “Cep telefonumu düşürmüşüm!” Eşim çaldırdı, çaldırdı ama cevap alamadık!.. Harbiye’ye doğru kaçıyorduk, eşim telefonu kulağında koşuyordu… Nihayet!.. “Nerdesiniz?.. İyi misiniz?.. Biz iyi… baban yanımda… siz… hemen bir araba bulun… minibüs, otobüs, taksi, ne bulursanız… hemen… biz de eve gidiyoruz… sakın bir yere çıkmayın…. Biz de tamam… kapat … tamam koşun… sakın kardeşini bırakma… sakın!..” Harbiye’de bir adam… yolda yatıyordu, hareketsiz, ölmüş mü, kimse yaklaşamıyor, hemen kendimizi bir otobüse atmaya çalıştık ama içerden kaçanlarca püskürtüldük, içerde çığlık atanlar vardı, otobüs alev almıştı, TOMA tazyikli suyla söndürdü ateşi, bazı camlar kırılmıştı, herkes başka bir otobüse doluştu, biz de kendimizi attık oraya!.. Nefes nefese kalmıştık, bir köşeye sığındık, hiç konuşmadan dışarı bakıyorduk, aslında herkesin gözü dışarıdaydı, tehlikenin geçtiğinden emin olmak istiyorduk, eşimin yüzüme korkuyla baktığını görüyordum ama olayın şokunu atlatamadığından öyle baktığını düşünüyordum. “Montunu çıkar!” dedi sessizce, tazyikli suyla boyalı olduğunu fark etmemiştim. Çıkardım. Ters çevirip koluma astım, araçtaki insanlara göz gezdirdim, bir adam bize bakıyor gibiydi, ara ara çaktırmamaya çalışarak delikanlıyı gözetledikçe endişem arttı, eşime belli etmemeye çalışıyordum ama galiba sivil polisti, otobüste başka sivil polisler de vardı… Sessizce “Ben ineceğim!” dedim, elimi sımsıkı tutarak “Neden?” dedi, “Olmaz!” diye diretti, çok sessiz ama kararlı!.. “Sen eve, çocukların yanına git! Ben de başka bir araçla hemen dönerim!” “Niye!” “Galiba sivil polis, boyalı montumu gördü, onu atlatmam lazım!” Otobüs durmuştu, kapının karşısındaki cam kenarındaydık, kapı açılır açılmaz, indim, hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım… Epey uzaklaşıncaya kadar ardıma bakamadım… Baktım, hızlı adımlarla ardımdan gelenler arasındaki genç, oydu galiba, bakışları ürkütücüydü, hızını artırınca ben daha hızlı yürüdüm, meydanda insanlar arasından farklı yönlere yürüyordum ama o adam hep beni takip ediyordu, koşmaya başladım, karar verdim, adliye sarayına girip izimi kaybettirecektim ya da yakalanırsam en emniyetli yerde yakalanmış olacaktım, nasıl olsa hiç suçum yoktu, bir an önce kendimi içeri atmam gerekiyordu, can havliyle koşuyordum, avukatlar kapısından daldım içeri… İki dev adalet heykelinin arasındaki merdivene doğru koşuyordum, meydanın ortasındaydım, etrafımda pek kimse yoktu, “Dur!” ihtarıyla kalakaldım, sanki bu ses birkaç yerden gelmişti, yankılanıyordu, bir anda bütün sesler kesilmiş gibiydi, öne doğru uzanmış iki elimle tuttuğum montuma bakıyordum, bu suç unsurunu ne yapacağımı bilemedim, ellerimi havaya kaldıracaktım ama ya bu mont!.. Bir elimi ayırmıştım ki tok bir kurşun sesi yankılandı, bir daha, bir daha…

Sırtımda sıcaklık hissettim, ateş yüzümü kapladı, dizlerimin bağı çözüldü, dizlerimin üzerine çöktüm, yüzüstü kapaklanası oldum, kendimi yere bıraktım sırt üstü, adalet heykelinin gözlerine takıldı gözüm, katlardan insan başları uzanmıştı, etrafımı bana uzanmış, eli silahlı polis kolları sarmıştı!.. “Dur!” ihtarını dinlemeyen biri koşa koşa geldi, baş ucuma, nefes nefese çöktü yere, başımı aldı elleri arasına, “Sü!” dedi, “niye yaptın bunu bana!” Şehadet parmağımı kaldırdım, adalet heykeline doğru uzattım… “Adalete güvendim… ama o, bizi aldatıyormuş, göz bağı, bizim gözümüzü bağlıyormuş!” diyemedim!..

(Kamuoyunun etkin ve yetkin kullarınca “Şehadet parmağımla tekbir getirmeye çalışırken öldüğüm” söylenecek, tartışılacak… Kiminiz övgüyle kiminiz lanetle anacaksınız beni ve benim şehadet parmağım da aldatılma aparatı olarak miras kalacak hepinize!..)

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.