YİTİK GÖZ
Güzel, kültürlü, kariyer sahibi kadın’ın bu dünyada ulaşabileceği her tür nesnesi vardı, hiçbir şeyin eksikliğini duymuyordu ama o daha çok, daha çok istiyordu… İhtiras, durmadan kamçılanan bir kısrak gibiydi gönlünde; ihtişamlı bir hayat sürüyordu; kimi, dünyanın bir ucundan öbür ucuna fethe çıkmış kumandan edasıyla etrafına emirler veriyor, kimi, pembe yunuslar gibi serin serin sular içinde zıplaya dala, oynaşa oynaşa yüzüyordu, kimi ünsiyet yatağında kimi azgın sularda ama daima mutlu, umutlu, hiçbir gediği eksiği olmadan, nasıl isterse öyle yaşıyordu… Güçlü kuvvetli, yakışıklı kocası, canından çok sevdiği çocukları, çalışanları, müşterileri, eşi dostu etrafında, kendini güneş gibi hissediyordu…
Bir gün, Kadın, kıpır kıpır girdiği yatağında erdiği dinginlik uykusundan yorgun argın, tanıyamadığı etrafına anlamsız gözlerle bakarak uyandı! Altında yatağı yoktu, üstünde evi. Her şeyini kaybetmişti ama neleri kaybettiğini hatırlamıyordu. Adını bile unutmuştu. Sonra dağınık, parçalı, derin, yoğun sisli bir rüya motifleri gibi hatırlamaya başladı her şeyi, iyice kendine gelip ağlamaya başladığında aklı mantık duvarlarına azgın bir deli gibi saldırıyordu, bu duvarları yıkıp delice özgürlüğe kavuşamadığı için acısı ruhuna kezzap gibi akıp duruyordu, Kadın yitirmişti her şeyini, bir yitik gözleri kalmıştı kendine!
***
“Bismillah!” dedi, kuyruğa girip aldığı somundan bir parça koparıp aldı ağzına, alıştırmaya çalışıyor gibi ağzının içinde yavaş yavaş çevirmeye başladı, çevirdi çevirdi, sonra yutkundu lokmasını, sonra diğerini, sonra diğerini… Kalktı, her gün gittiği yere, her şeyini gömdükleri taze mezarlar bölgesine doğru yürüdü. Kimi alt üst olmuş, kimi kolu kanadı kırılmış, kimi dizleri üzerine çöküp kalmış binalar arasından ağır aksak geçerek ulaştı ulaşacağına. Yıkık bina molozları arasında kalmış bir bağçeden söküp diktiği gül fidanına yaklaştı, dökülmüş birkaç kızıl yaprak yatıyordu kızının başucunda, birini aldı, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha aldı eline, üçünü yan yana yatırdı avucunun içinde, uzun uzun seyretti, sonra kapadı avucunu, göğsüne dayadı, ağladı, ağladı… Çöktü olduğu yere, toprağı tırnaklarıyla kazıdı, gül yapraklarını içine yerleştirdi, üstüne toprak attı, gömdü hem toprağa hem yüreğine, biraz gözyaşı döktü üzerine, sonra doğruldu, uzaklaştı biraz, avuçlarını açıp dua etti, daha önce hiç el açıp dua etmemiş olduğunu hatırlayınca ruhundan göğsünün sahillerine öyle sular yükseldi ki tsunamiye uğramış gibi, sarsıla sarsıla ağladı, ağladı…
“Hayat, devam ediyor!” dedi biri, döndü, bu acılı yüze baktı, çok gençti, ikisi de gülümsedi, hüzünlü gülümseyişleri zorla gülümseyiş gibi görünüyordu, döndü yürüdü, yürüdü… Kocasıyla birlikte kurdukları saltanatın harabeleri arasından geçip gitmek üzereyken ayağının altındaki arz silkindi yine, Kadın’ın ruhu oynadı yerinden, sarsıldı, karanlık odasında yalnızlığına büründüğünde korkudan yorganının altına sığınan çocuk kalbi gibiydi ruhu, kendini annesinin güvenli yatağına, şefkatli kucağına atmak ister gibi bir duyguyla ileriye doğru birkaç adım attı ve durdu, “Allah’ım!” diye inledi ve sustu ve ağır ağır ve düşünceli düşünceli yürümeye devam etti. Harabeler arasında bir vaha gibi kalmış küçük, güzel bir bahçeli evin önünde durdu, gözleri sarı güllerle oyalandı biraz, kapı girişinin iki yanında duran genç, beyaz gülleri seyretti sonra uzun uzun… Bahçenin eve yakın sağ yanında kızıl güller arasında öylece kalmış, kendisini seyreden genç kadını görmemişti.
Genç kadın hüzünlü gözlerle bakıyordu onun yüzüne, bekledi, biraz geri çekildi, gül fidanlarının arkasına saklanır gibiydi, Kadın yürümeye başlayınca koşarcasına hızlı çıktı bahçeden ve yetişti:
“Abla!”
Kadın durdu ama sese dönmedi, genç kadın onun önüne geçip sordu:
“Abla, tanımadın mı beni!”
Kadın’ın yüzü donuktu:
“Tanıdım.”
“Az önce seyrettiğin bahçedeydim!”
“Görmedim.”
Genç kadın şaşkındı:
“Abla, ben yıllarca senin yanında çalışmıştım, hem de çok yakınında!”
“Biliyorum… İşine son verdiğim o günü de hatırlıyorum.”
“Boş ver ya abla, o günü! Sizi ne kadar çok sevdiğimi biliyordunuz!.. Yüzüme öyle pat diye söyleyince… Boş ver ya abla işte!..”
“Kovmuştum seni… Hainin yüzüne, idam fermanını haykıran kraliçe gibiydim…”
Kadın’ın yüzü donuktu hâlâ. Genç kadın ağlamaklı sesiyle “Hadi abla eve geçelim!” diyip koluna girdi. Yürüdü, kolundan çekiliyor gibi olunca Kadın direnmedi, hiç konuşmadan iki beyaz gül fidanının arasından eve girdiler. Kapının kenarında uyukluyorken geldiklerini görüp ayağa kalkan ve onlara doğru yaklaşıp yüzlerine doğru bakıp duran kül renkli, küçük kediyi görmediler. Kadın, kendine gösterilen yere otururken “Şimdi her şey… [duraksadı] alt üst oldu.” diye söylendi. Genç kadın duymamış gibi dönüp mutfağa geçti. Dakikalarca orada kaldı, o orada rızkının en iyilerinden ne varsa, onlardan ne yapabilirse en iyisinden bir sofra hazırlamaya çalışırken bu burada, sığındığı evin penceresinden iç âleminin uzak diyarlarında yaşadıklarını seyretmeye çalışıyor gibi duruyordu, yitik gözleri tsunami sonrası dinen denizin üzerindeki yığın yığın sürüklenmiş yaşam yeri artıklarından başka bir şey taşımıyor gibiydi…
Genç kadın odaya gelip gülümseyerek “Abla haydi, böyle geçelim, henüz kahvaltı etmemiştim, bana eşlik edersen sevinirim!” dedi. Kadın hiç ses çıkarmadan genç kadının gösterdiği kapıdan girdi, elindeki poşeti yemek masasında koyacak bir yer bakındı, bulamayınca sandalyesine oturmadan poşeti açıp içindekini… Genç kadın içinde bir parçası yenmiş ekmek olduğunu görür görmez tezgâha doğru dönüp “Ah, sofraya tuz koymayı unutmuşum! Nereye koymuştum şunu!” diye bir müddet oyalandı, kulağı poşetin katlanma sesindeydi, ses kesilince döndü, ne yapması gerektiğine karar veremediği için sofradaki bir parçası yenmiş ekmeği görmüyor gibi davranıyordu, bardaklardan birini Kadın’ın önüne çekti, ocağın üstünden demliği alıp doldurdu, açık mı demli mi olsun diye sormak istemiş ama soramamıştı, sesinin çatallaşacağını tahmin ediyordu, dışarı çıktı, birkaç dakika dönmedi geri, döndüğünde gözlerinde hafif kızarıklık vardı ama Kadın onun yüzüne hiç bakmamıştı, şimdi de bakmıyordu, önündeki çay bardağına mı bakıyordu yoksa baktığı yerde miydi çay bardağı!.. Karşısına geçip oturacak oldu, vazgeçti, yandaki sandalyeye oturdu, “Haydi başlayalım” anlamında avucuyla sırtını hafifçe sıvazladı ve farkında değilmiş gibi Kadın’ın sofraya koyduğu ekmekten bir parça bölüp kendi önüne koydu, kendi bardağının boş olduğunu fark etti, kalkıp kendi çayını da doldurduktan sonra tekrar yerine oturdu, o ekmekten bir parça koparıp ağzına attı, alıştırmaya çalışıyor gibi ağzının içinde yavaş yavaş çevirmeye başladı, çevirdi çevirdi, üstüne bir yudum çay alıp yutkundu lokmasını… Kadın da ilk lokmasını almıştı ki arzın yeni bir ikazını daha hissettiler iliklerine kadar, hiçbiri yerinden kalkmamıştı, oysa genç kadın depremde evi hiç zarar görmediği halde her seferinde korkuyla hemen dışarı atıyordu kendini, yine çok korkmuştu ama korkuya kapılmamıştı, sessizce, kıpırdamadan bekledi, Kadın zaten hep öyle görünüyordu, acı ve hüznün insanı ağırlaştırdığını düşündü… Konuşmadan düşünceli düşünceli, ağır hareketlerle zamanı lokma lokma sindirmeye çalışıyor gibiydiler ikisi de, Kadın, yemeyi kesti, biraz bekledi, derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı:
“Sen hiç evlenmedin, di mi?.. Ben evliydim, çok sevdiğim bir eşim vardı, güçlü kuvvetli, yakışıklı, çevresi genişti, birlikte büyük işler yaptık… Daha büyüklerini yapacaktık ama öldü işte…” Hafif bir sesle ‘Allah rahmet eylesin!’ diyen genç kadının ne sesini duydu ne hüznünü gördü. Görünmez bir kitabın satırlarını okuyor gibi devam ediyordu: “Bir kızımız oldu, öyle güzel, öyle sevimliydi ki sanki bütün eksik duygularımı tamamlıyordu, büyüdükçe bana ölümü bile unutturuyordu sanki ama o da öldü işte…” Genç kadının gözyaşları arttıkça artıyordu. Kadın, yüzü donuk anlatıyordu: “Sonra kardeşi dünyaya geldi, babası havalara uçtu, kızımızı da çok severdi ama sanki bir oğlu olduğuna daha çok sevinmişti, veliahdım diyordu ama veliaht da öldü işte…”
“Yapma abla! Ablaa!..” diye hıçkırarak ağlamaya başladı genç kadın. Kadın’ın gözlerinden birkaç damla düştü sadece, biraz sonra birkaç damla daha. Kadın devam etti: “İlkokul öğretmenim biz küçük çocuklara yıldızları anlatıyordu. ‘Biliyor musunuz çocuklar!’ dedi ‘o karanlık gökyüzünün derinliklerinde miniminnacık görünen, ateş böceklerinin ışıklarından bile az ışık saçan o yıldızcıklar var ya işte onlar kocaman güneşten çok daha büyük, o güneş de bizim koca dünyamızdan çook çok daha büyük’ Biz, öğretmenimiz bizim bilmediğimiz her şeyi biliyor diye doğru söylediğine inanıyorduk, büyüyünce de kendi aklımıza inandık hep; oysa doğru değildi hiçbiri, o yıldızlar gerçekten çok küçüktü, güneş de küçüktü, dünyamız da… Körfezin üzerine yığılmış, o ağırlığından kaldıramadığımız molozlar var ya onlar dünyanın sırtına konmuş bir sivrisinek kadar bile ağır gelmiyor ona; oysa biz büyük dağları yaratan bizmişiz gibi, arzı sarsacakmışız gibi, başımız göğe eriyormuş gibi yürüyorduk ama öldük işte…”
Genç kadın başka söz bulamadığı için “Hayat devam ediyor be abla!..” diyerek çaresizce, teselli etmeye çalıştı. Kadın, bir zeytin tanesini aldı ağzına, çekirdeğini çıkarıp önündeki diğer çekirdeklerin yanına yatırdı. “Hayat devam ediyor, işte böyle.” deyip düşünceli düşünceli, ağır hareketlerle zamanı lokma lokma sindirmeye çalışıyor gibi kahvaltıya devam etti, genç kadın da ona eşlik etti ve yerlerinden kalkıncaya kadar daha hiç konuşmadılar.
***
“Abla, ben senden bir iki saatliğine müsaade istiyorum… Dayım… Çok yaşlı, yapayalnız… Her gün uğrayıp yemeğini hazırlıyorum… Destek olmaya çalışıyorum.”
“Ne demek güzelim, Allah senden razı olsun, ne güzel… Ben de gidecektim zaten.”
“Lütfen abla, beraber kalalım… Hiç olmazsa birkaç gün… Dönme stada, ben gider haber veririm yanımda kaldığını ya da birlikte gider söyleriz… Hem başka birine yer açmış olursun, sevaptır!..”
“…”
“Lütfen abla, şimdi sen burada dinlen biraz, gitme ne olur, ben hemen, bir saate kalmaz, dönerim, o zaman yine konuşuruz!..”
“Tamam canım, sen gelinceye kadar bekleyeyim, sonra konuşuruz…”
Genç kadın gittikten sonra Kadın, koltukta yan oturup dinlenmek istedi, sonra kalktı sedire uzandı, uyumak istedi ama uyuyamadı, kalktı, koltuğa geçti, oturdu kaldı öylece uzun süre, sonra yeni görmüş gibi baktığı yerde duran gazetelerden üsttekini aldı:
Yüzyılın felaketinin yaralarını sarmak için tek yürek halinde deprem bölgesine koşan binlerce gönüllü, göz yaşartan müthiş bir uğraş veriyor manşetini okuyunca, aklına hastaneye gelen sekreter düştü, şirketlerini dolandıran ve üzerinde hiç varlık görünmediği için alacaklarını bir türlü alamadıkları o sahtekârın adını duyunca kan beynine sıçramıştı ama kızcağız çok nazik davranıyordu, merhametli ve tatlı bir dili vardı, kırmak istemedi, getirdiği çeki alamayacağını söylemişti ama o giderken çıkacağı zaman verilmek üzere emanete bırakmıştı. Kadın elindeki gazeteyi yanına bırakıp sehpanın üzerinden ötekini aldı:
İşte hükümetin beklediği ama açıklayamadığı korkunç bilanço 45.000 ÖLÜ
14 bin 747 ceset çıkarıldı. 30 bin kişi enkaz altında. Yaralı sayısı 56 bin 892
Diğer gazeteyi aldı:
Çocuk, genç, yaşlı cesetler dizi dizi aynı çukura atılıyor. Dozer, çukuru kapatıyor. Ne yıkama, ne kefen, ne tören
Kadın tek tek bütün gazeteleri alıyor, manşetlerini okuyup yanına bırakıyordu:
Yalova’da depremde ölen bir avukatın otomobiliyle 30 bin doları ve ziynet eşyası çalındı
Çaresizlik
Devlet bütün gücüyle çalışıyor
Ölü sayısı her an hızla artıyor. Cenazeler kaldırılamıyor. Sonunda İzmit’in dev buz pateni sahası bile morga dönüştürüldü
Tırnaklarıyla kazıyıp enkaz altındakilere ulaştılar
Kadın’ın gözlerinde derin bir hüzün vardı, yüzü donuktu, hatırlamaya çalışıyordu, rüya mıydı gerçek mi, bir çocuk sesi duyuyordu, “Anne!” diye inleyen bir sesti, yakında bir yerdeydi sanki ama sanki çok derinlerden geliyordu, kendi dumanlar içindeydi ya da bulutlar içinde, kalkamıyor, yürüyemiyordu, su isteyene su vermek istiyor ama parmağını bile kımıldatamıyordu, rüya görüyordu galiba, ses onun sesine benziyordu, anne susadım diyordu, çok susadım anne diyordu, şırıl şırıl su akıyordu, çok yakındaydı, iki ses de aynı yerden geliyordu, sesler yavaş yavaş azalıyordu, iyice azaldı ve kayboldu. Kaşları gerildi Kadın’ın, Kadın hatırlamaya çalışıyordu, bir şey daha, bir şey daha hatırlayabilseydi keşke, gözleri dolu dolu oldu, doldu boşaldı. Gözlerini silip diğer gazetelere bakmaya devam etti:
İskambil kâğıdı gibi üst üste yığılan koca koca binalar, yüzlerce kişiye mezar oldu
İzmit kan ağlıyor
Enkazdan çığlıklar yükseliyor
Adapazarı’ndaki çok sayıda bina çökerken komşu binaları da biblo gibi yere savurdu
Halkın ‘hırsız müteahhitler’ diye isim taktığı insanlar, yüzlerce insanın ölümüne davetiye çıkardı
Hırsız müteahhitlere de af çıkıyor
Sokak ve caddelere fırlayan vatandaşlar, enkaz altında kalan yakınları için panik içinde yardım aradılar
Canlarını kurtarmayı başaran vatandaşlar, enkaz altında kalanların yardımına koştu
Yüzlerce insanını kaybetmenin şokunu yaşayan Türkiye’ye, Yunanistan dahil olmak üzere, dünyanın dört bir ülkesinden yardım yağıyor
Tarih 17 Ağustos Saat: 03.01 Aman Allah’ım en az 2500 ölü
Deprem yıktı devlet baktı
Çöktük
Türkiye’nin en gelişmiş sanayi bölgeleri yerle bir oldu, Gölcük’te karargâh çöktü. Kurtarma tam bir fiyasko
Ağlıyoruz
7 şiddetinin üzerindeki deprem 45 saniye sürdü ve Türkiye’yi yasa boğdu
Donanma Savaştan çıkmış gibi
Batı yıkıldı. Yetkililer aciz kaldı
Halk sahipsiz
Tüpraş Alev Alev
İstanbul, Adapazarı, İzmit, Eskişehir’de çok sayıda ölü var
Elindeki son gazeteyi iskambil kâğıtları gibi yığdığı gazetelerin üzerine bıraktı yitik gözlü Kadın… Yüzü donuktu… Ağlamıyordu… Tülün ardından vuran güneş ışıkları, yüzüne yoğun hasarlı bina çatlakları gibi çizgiler düşürmüştü… Elini hırkasının cebine soktu, çıkardı… Diğer elini hırkanın diğer cebine soktu, küçük, katlanmış kâğıt parçasını çıkardı, buruşmuştu, açtı, düzeltti, sehpanın üzerine bıraktı, kalktı vitrinin çekmecesini açacaktı, tereddüt etti, açmadı, sağa sola bakındı, sergende katlanmış bir gazete gördü, çözümü yarım kalmış bulmacası üst tarafa gelecek şekilde katlanmıştı, yaklaştı, öte kenarında duran kalemi aldı, sehpaya koyduğu çeki alıp arkasına “Hamiline” ve adını yazıp imzaladı. Bulmacası yarım kalmış gazeteyi aldı, açtı, iç sayfalardan birini kaplamış konut ilanı fotoğrafının üzerine yazmaya başladı:
“Söz vermiştim, sen gelene kadar bekleyecektim, […] benim iyi kalpli, güzel bakışlı kızım. Sana yaşadığım sürece hep dua edeceğim. […] Benim kimsem kalmadı, sen benim için çok iyi bir […] dost olurdun, bundan eminim ama […] ben artık buralarda kalamam, geri dönemem, hakkını helal et meleğim, senin için imzaladığım o çekin parası ananın ak sütü kadar senin hakkın. […] Borcumu tam olarak karşılamaz ama sen kimseye kıyamazsın, o zaman da tazminatını almak için hiçbir şey yapmamıştın, şimdi de bunu almak istemezsin biliyorum ama alırsan bana iyilik etmiş olursun, inan bana, ben senin için hep dua edeceğim kuzum, sen de benim için dua et n’olur […] ama bu dünya ile ilgili olmasın, ben bu dünyadan bir şey beklemiyorum artık, gidiyorum, gideceğim, gidebileceğim kadar, nereye, […] bilmiyorum ama gitmek, yürümek bana iyi gelecek. Nereye gidersek gidelim çok geç de olsa anladım ki son gidişimiz Allah’a. […] İnanıyorum ki bir gün mutlaka buluşacağız.”
Kadın, kalemi yazının üstüne bıraktı, döndü, iskambil kağıdı gibi üst üste yığılı gazetelere baktı kısa bir süre, döndü kapıdan çıktı, iki kapı arasında loş bir koridor vardı, oradan geçti, dışarı çıktı, kül renkli küçük kediyi gördü, kedi ona bakıyordu, yaklaştı, eğildi, sevdi, “Keşke bu dünyadan beklentimiz, seninkisi kadar olsaydı!” diye mırıldandı, doğruldu, bahçe kapısından çıktı, sağa döndü, yürüdü, yürüdü, güneş batıyordu, yürüdü, güneş battı, yürüdü, bütün ışıkları ardında bırakmıştı, o yürüyordu, bütün sesler azalıyordu, o yürüyordu, sesler iyice azaldı ve kayboldu, o yürüyordu, yürüye yürüye karanlığın içinde kaybolup gitti Kadın… Karanlığın içinde her şey kaybolmuş gibiydi, sadece kül rengi bulutların ardına gizlenmiş dolunay, Kadın’ı izleyen yitik bir göz gibi görünüyordu.
2 comments found