SESMEDEN
2004… 3 Ağustos… Doğduğu Doğu Karadeniz’in sarp dağları arasından dineceği denizin bağrına kadar zorlu engelleri aşa aşa akan ırmaklar gibi yaşanmış, seksen üç yıllık bir ömrün son günü… Herkesin bildiği ama kimsenin dillendiremediği ölüm meleğinin gelmesinin, zamanı bilinemese de, yakın olduğu gerçeği kim bilir onun yüreğinde nasıl?.. Ölümü beklemekten başka bir işi kalmamış bir kişinin düğüne hazırlanır gibi hazırlık yapması!.. Nasır bantlarıyla yaktığı nasırlarını temizledi, tırnaklarını kesti… Saç sakal tıraşını kendisi olurdu ama o gün bunu bana bıraktı, sonra eşinin yardımıyla yıkandı…
Ağır hastaydı, acılar içinde kıvranıyordu ama titizlikle hazırlanıyordu… Biz ona hiçbir şey söylemiyorduk; o her şeyin farkındaydı: Damadı teselli amaçlı bir şeyler söyleyince “Siz, beni çocuk mu zannediyorsunuz?” demişti. Ben yanında oturuyordum, sırtını sıvazladım, dönüp baktı bana, gözümü kaldırıp da yüzüne, gözlerinin içine bakmaya cesaret edemedim; o an en çok istediğim, bunu yapabilmekti… Aynaya bakmak istediğinde de çok istediğim halde “Çok güzel oldu.” deyip aynayı getirmemiştim; sapsarı olmuş yüzünü, gözlerini görmesini istemiyordum. İnatçı babam o gün hiçbir şeye itiraz, ısrar etmiyordu. Mahalleli gençlerin, çocukların tanıdığı gibi pamuk dedeydi o gün…
Çok acı çekiyordu!.. Acıya, ağrıya dayanıklıydı, acısını dillendirmez, ağrı kesici ilaçları pek kullanmazdı, metastaz içini kezzap gibi kasıp kavururken bile ağzını açıp tek kelime etmemişti; ama o gün, sadece o gün, “Dayanamıyorum, Allah’ım!” diye inlemiş ve ağrı kesici iğne yapılmasını istemişti.
Doktorlar artık getirmeyin, bekleyin demişlerdi… Bekliyorduk, o da bekliyordu. Birbirimize bu konuda hiçbir şey söylemeden çaresizlik kazanında kavrula kavrula bekliyorduk… Metastaz olmuş kanser hücrelerinin bütün vücuduna hücum etmiş canavarlarının içten içe onu yiyip bitirdiğini gördükçe biz de içten içe kendimizi yiyip bitiriyorduk…
O; Allah’ın elçisini, ashabını, Öte Âlem’i anlatmayı çok severdi. Çoluk çocuk, kadın erkek evde kim varsa etrafında toplansın ister, anlattıkça anlatırdı. Onun dışında çok fazla konuşmazdı; ama o gün farklı davrandı. Çocuklar ve kadınlar dışarı çıksın, siz karşıma geçip oturun, dedi. Yatağına oturtmuş ve iki koltuk altına da birer sehpa koymuştuk. Onlara dayanarak ancak oturabiliyordu. Biz de karşısına geçip oturduk. Ötelere bakarak konuşuyor gibiydi:
Size iki nasihatim olacak… İnsanlar, ikiye ayrılır: Müslümanlar ve diğerleri. Sizler Müslümanlar arasında ayrım yapmayın, sakın!
Bir de, başkasının hakkı size geçmesin, varsın sizin hakkınız, başkasına geçmiş olsun!
…
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, o vaziyette otururken kalbine ok saplanmış gibi aniden kaskatı kesildi, gözleri sabitleşti!.. Orada bulunan herkes hızla yerinden fırlayıp etrafını sardı, birkaç kişi çullanır gibi üzerine eğildi; biri bir yandan da “Ayağını bağlayın, ayağını bağlayın!” diye direktif veriyordu!.. Olduğum yerde, öylece kalakalmıştım!.. Babam, sağdı ve her şeyi duyuyordu!.. Kalp krizi değildi, beyin kanaması gibi görünüyordu, burnundan ince bir kan sızmıştı, görme, konuşma yetisini kaybetmişti!.. Herkes geri çekildi, yerine oturdu…
Doktor Osman Bey geldi, iki serum bağladı, gitti…
Yeğenim Münir’le dönüşümlü Kur’an okumaya başladık. Ne kadar sürdü, hatırlamıyorum; yorulmuş, acıkmıştım, alt katta oturuyordum, oraya inmiştim ki biri kapıya geldi, seni soruyor dedi, hemen çıktım, okumaya devam ettim.
Serumlar bir an önce bitsin istiyor, artık iyi kullanamadığı parmaklarıyla iğneyi çözmeye çalışıyor gibiydi. Serum ayarı biraz fazla açılmıştı. Doktor Zeki Bey ikaz etmişti, kalbine zarar verir diye ve kısmıştı; ama o bir an önce bundan kurtulmak istiyordu, biz öyle zannediyorduk, önce serumlardan birini, bir müddet sonra da diğerini söktüm; oysa o parmaklarını elleri üzerinde gezdirdikten sonra yüzüne, sakalına götürüyordu. Basiretimiz serumla bağlanmıştı sanki, başka bir şey aklımızın ucundan geçmiyordu, ölümünden sonra annem “Aslında teyemmüm almak istiyordu, odamızda mandil (mendil) içinde sakladığım temiz toprağımız vardı!” deyince pişmanlık ateşi çöktü yüreğime; iş işten geçtikten sonra anlamış, öğrenmiş olmak sadece vicdanı bitimsiz azaba dönüştürüyor!..
Saat gece 12’ye geliyordu, ben Yasin okumaya devam ediyordum. Büyük ablam, ilk göz ağrısı, Meclis’te konuşması olduğundan yola çıkmak zorunda kalan eniştemle Ankara’ya giderken onun küçüğü, vicdan sızısı, Rize’den, yola çıkmıştı, geç saatte ancak gelebildi, o eve girince sanki bir heyecan dalgası oluştu. Sanırım babam, belli etmese de onu hepimizden çok seviyordu. “Baba ben geldim!” deyince yüzünü ona doğru çevirdi; doğduğundan beri duyup anladığı halde konuşamayan küçük oğlu gibi duyuyor, anlıyor ama konuşamıyordu artık!.. Gözleri de görmüyordu!.. Hüzün daha da derinleşti, boğazları yakan bir sessizlik hüküm sürüyordu!.. Geri çekilip sessizce ağlayanlar vardı, sanıyorum; ama emin değilim, biraz geri çekilip okumaya devam ettim, okudum, okudum… Çok yorulmuştum, biraz ara vermek düşüncesiyle “Baba devam edeydim mi!” diye sordum. İşaret vermesini beklerken “Siz bilirsiniz.” dediğini duydum. O zaman bunun üzerinde hiç düşünmemiştim, bunu düşünecek durumda değildim, yıllar geçti, bana öyle gelmiştir diyemiyorum, ama nasıl duyduğumu bilemiyorum, o duygu yoğunluğu içinde bana öyle mi geldi, öyle mi hissettim, iç sesi miydi duyduğum,.. hiçbir fikrim yok!.. “Siz bilirsiniz.” yanıtı benim için “devam etsen iyi olur” anlamına geldiği için okumaya devam ettim… İki kere daha okudum. Saat 24’ü geçiyordu, ben okumaya devam ediyordum. Son okuyuşta, 5. sayfadayken “Selamun kavlen min Rabbin rahîm / Çok merhametli Rabb’den selam-esenlik sözü” ayetikerimesini bazen yaptığımız gibi üç kere tekrarlayıp tekrarlamama kararsızlığını yaşadım, tekrarlamadan devam ettim ve bir iki ayet ilerlemiştim ki derinden bir nefes duyunca durdum, herkes yerinden fırlamıştı, yüzünü görür görmez anladım, hemen kalkıp odadan, evden çıktım dışarı. Alt kata indim. Herkes üst katta, babamın yanında olduğundan ev bomboştu, evde bir o yana bir bu yana gidip geliyordum, içimde gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, yağmurlar boşalıyordu ve ben bu tayfunda, bu çalkantılı deniz üstünde, ipi kopmuş kayık gibi oradan oraya dalgalanıp duruyordum… Sade bir söz çıkmıştı ağzımdan: “Niye sesmeden gitti?..”
İstanbul Türkçesine aykırı bulduğum “sesmeden” sözcüğünü o güne kadar hiç kullanmamıştım; birkaç kez babamdan duyduğum bu sözcük, o gün ondan bana miras kaldı; ama ondan sonra da hiç kullanmadım, yalnız bu yazıda kullanıyorum, tek bir nefeslik ömrü olmuş bebek hatırası gibi yaşıyordu bende… “Ses etmeden, sessizce,..” yetersiz mi kaldı, bir anda neden “sesmeden” çıkmıştı ağzımdan?.. “Sesmeden” anidenliği daha keskin, o ana daha benzer veriyor gibi… Ruhumun yakalandığı hâle daha uygun gibi… Güle oynaya, susa konuşa yaşasak da sesmeden ölüp gidiyoruz işte, çoğumuz!.. Ben de kim bilir, nerede, ne zaman, nasıl gideceğim, sanırım bir anlık nefes gibi, sesmeden?..