BESİ SIĞIRLARI
Hava kararmak üzere… Güneş, kâinatın öbür ucandan gelmiş, şehre uğramadan tepeyi aşmaya çalışan bir yabancı gibi… Tepeler çıplak, bayırlar çıplak, evler çıplak, derede küçük çocuklar çıplak… Eteklerine serpilmiş evler yama yama dizilmiş yan yana… Evlerin arasında birkaç kavak ağacı, dallarında kargalar kara kara… Sokak arasında dolanan birkaç adam, bir iki kadın, birkaç çocuk… Dama çıkmış bir köpek, yatacak yer bakınıyor… Köyün önünde miskin miskin yürüyen sığırlar benim kaldığım eve doğru yaklaşmakta, çoğunun kürek kemiği butlarını örten derilerini zorluyor, kimi büyük kimi küçük, kiminin karnı içe göçmüş kiminin şişmiş, patlayacakmış gibi… Hepsinin yürüyüşünde bir vakar, bir vakar… Kendileri alımlı değil ama yürüyüşleri çalımlı… Birer birer ahırın kapısından içeri girdiler…
Geçen yıl istifa edip ayrıldığım kasabaya ticaret için geldim. Öğretmenlik yaparken tanıştığımız Sedat’la bir kamyon kurbanlık besi sığırı alıp İstanbul’a götüreceğiz. Melle ile anlaşıp yirmi adet sığırını satın aldım. Ahırda iki paralel duvara sırt sırta gelecek şekilde bağlanmış bu sığırlar dışarıdakilere hiç benzemiyor. Hepsi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği askerleri gibi aynı boyda, aynı biçimde, aynı kiloda, aynı disipline bağlı, görünümleri ve davranışları uyum içinde… Türk milli eğitim sisteminin özellikle merkezi okullarındaki öğrenciler de uzaktan bakanların gözüne aynı şekilde görünüyor, tek tip kıyafet içinde, aynı boydakiler yan yana, küçükten büyüğe arka arkaya dizili, kimine göre kazık gibi kimine göre çakı gibi… Müdür beyler, bakan beyler, hanımlar böyle öğrencileri hayran hayran izler.
Melle’nin ısrarıyla bu gece onlarda misafir kalacağım…
“Hoca, buyur… Sofraya oturalım!” davetiyle yere kurulmuş yer sofrasının etrafına çöküyoruz… Televizyonda haberler… Mecliste önemli bir oturum var, milletvekilleri sıra sıra dizilmiş, kürsüdeki konuşmacıyı pür dikkat izliyorlar… Kamera tek tek zumluyor milletvekillerini… Hepsi şık, hepsinin kılık kıyafeti göz alıcı…
Melle onları göstererek “Görüyor musun hoca, eğitimli, kültürlü insanlar sizin gibi, her şeyiyle farklı oluyor, konuşmaları, kılık kıyafetleri… İnsan imreniyor onları görünce… Ben kılık kıyafeti düzgün olmayan hiçbir öğretmenle karşılaşmadım, köyde bile takım elbiseyle geziyorlar… Ya biz… İki yakamız bile bir araya gelmiyor; biri Hanya’ya biri Konya’ya bakıyor…” diye devam ediyordu ki ben araya giriyorum “Yok canım, o kadar da değil, önemli olan insanın kılık kıyafeti değil, iç dünyasının temizliği…” Sözümü sürdürecektim ki bir anda Meclis karışıyor, milletvekilleri hep birden masalara vurmaya başlıyorlar, birkaçı ayağa kalkıp kürsüye yürüyor, küfürler sataşmalar gırla gidiyor, kimse başkanın ikazlarını dinlemiyor… Kürsünün etrafı kalabalıklaşıyor ve bir anda birbirlerine giriyorlar, tekme tokat, biri diğerinin bacağına yapışmış ısırmaya çalışıyor, bir diğeri birini kafakola almış alttan alttan yediriyor yumrukları…
Meclis yayını kesilince Melle ile göz göze geliyoruz, Melle ne diyeceğini bilemiyor, bir iki geveleyip “Bazen olur böyle şeyler, hepimiz insanız, sinirlerimize hâkim olamayabiliyoruz!” diyor mahcup bir eda ile… Ben de aslında farkında olmadan onlarla beni özdeşleştirdiğini hissettiğim için bozuluyorum ama fark ettirmiyorum. “Evet hepimiz, insanız, hepimiz aynıyız.” diye onaylıyorum Melle’yi ama eklemeden de edemiyorum. “Ama aslında bütün kabahat biz öğretmenlerde, onları biz böyle yetiştirdik… Hepsini aynı kılık kıyafet içinde, aynı davranış kalıplarıyla besi sığırları gibi onları yetiştiren biziz maalesef…” “Estağfirullah hoca, sen ne diyorsun… Keşke besi sığırları gibi olabilsek; gördün ya bizim sığırları, nasıl gösterişli, görkemli hayvanlar… Onlardan aldığımız verimi diğerlerinden almak mümkün mü?” “Evet, gördüm ve daha verimlisine şahit olmadım ama ben o sizin beğenmediğiniz, verimsiz dağ sığırlarının asaletine hayran oldum asıl… Nasıl da vakarla dönüyorlardı evlerine, evet gösterişsiz, aynı sizin gibi iki yakası iki ayrı âleme bakan iğreti bir görünümleri vardı ama her birinin hâkim bir asaleti, bir olgunluğu vardı… Köy meydanından ağır ağır, caka sata sata ahırlarına girinceye kadar onları seyrettim… Hiçbiri diğerinin hukukuna tecavüz etmiyordu, her biri ne zaman ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyordu… Hayran oldum doğrusu…”
Sustuk… Yemek yerken kendi dünyamıza dalmış, nefis muhasebesi yapıyorduk… Melle emin olamıyordu, hayran olduğu insanlar mı iyiydi, kendileri mi? Ben de kararsızdım, medeni şehirlilik ile organik köylülük arasında… Televizyon adi (!) haberlerle devam ediyordu: “Yine kadın cinayeti… Kızgın koca kendisine dönmek istemeyen eski eşini ekmek bıçağıyla delik deşik ederek öldürdü, olaya şahit olanlardan bir iki kişi kadını kurtarmaya çalıştı ama başarılı olamadı, birçok kişi ise yanlarından normal bir olaya şahit olmuşlar gibi baka baka geçip gitti…”
Hiç konuşmadan bir yandan haberleri dinlerken bir yandan da yemeğimizi yiyorduk ki elektrikler gitti, bir anda karanlığa gömüldük. Melle’nin karanlık siluetinin doğrulup yan tarafa doğru ilerlediğini fark ettim, elimde kaşık öylece bekliyorum, ışığın gelmesini… Birkaç dakika sonra Melle elinde gaz lambasıyla girdi içeriye ve aynı anda altımızdan gelen ürkütücü bir gürültüyle döşeme tahtaları sarsılmaya başladı… Melle’nin yüzü korkuyla gerildi, onu görünce ben daha çok endişeye kapıldım, Melle sofraya oturmadan kapıya yöneldi, ben yine karanlıkta kaldım… Yabancı bir evde, karanlıkta, yapayalnız ya da kim veya kimlerle birlikte olduğumu bilemeyeceğim bir ortamda kalmaktansa, kısa süren bir şaşkınlıktan sonra, Melle’nin ardından açık kalan karanlığa fırladım, merdivenden inip hemen altındaki ahırın karşısında beklemeye başladım: İçeride kesif bir duman vardı, karanlığa rağmen koyu gri tonuyla kapıdan dışarıya doğru bu dumanın boşaldığını görebiliyordum. Cılız ışık duvar dibinde aşağı yukarı, ileri geri hareket edip duruyordu. Bir müddet sonra Melle seslendi “Hoca, tamam hallettim, gelebilirsin… Bir iki tanesi zincirini koparmış, ortalığı birbirine katmışlar, yetişmeseydim çoğu telef olurdu… Çok şükür, bağladım zincirlerini…” Kapıya yaklaştım, tosunların iyice terlemiş sırtlarından, sanki içlerindeki soba tütüyordu…
Tekrar eve çıkıp yemeğimizi bitirdik, çay içip sohbet ettik ama bir daha ne tosunlardan ne de milletvekillerinden söz ettik…
Evlerinde misafir kalma teklifini kabul ettiğim için pişman olmuştum, çok ısrar etmişti ama olsun yine de kabul etmemeliydim diye düşünüyordum; çünkü bu bölgede çoğu evde herkesin birlikte uyuduğu tek bir oda, bazılarında ise ancak oturma odası dışında tek bir yatak odası vardı, böyle bir odada herkesle birlikte uyumak ihtimalinden dolayı yat saati yaklaştıkça sıkıntılı hâlim artmıştı. Melle “Buyur gel, odanı göstereyim!” deyince rahatladım. Melle zengin bir adamdı, demek ki evinde misafirlerini de ağırlayabileceği odaları vardı. Bu bölgede erken saatte uyuyorlardı, bu yüzden daha saat on bile olmadan Melle beni odama bırakıp kendi odasına çekildi. Yatağıma uzandım, gözlerim tavanda düşünüp duruyorum, bir türlü uykum gelmiyor… Geçen yılki işgalden sonra gençlerin çoğunu toplayıp götürmüşlerdi, terör eylemleri tamamen bitmiş gibiydi, herkes işinde gücünde görünüyordu.
Tabiata ağır bir hava, insanlara dingin bir hayat hâkimdi, bu gerçek bir sükûnet miydi; yoksa zincirlerine bağlı tosunların içlerinde zincirlerini koparıncaya kadar kaynaşıp duracak, ruhlarının dinmez lavlarını damar damar bütün vücutlarında dolandırıp duracak bir cehennem mi, bunu zaman gösterecekti…